Üçbuçuk aydır Ankara'da yaşıyorum. Washington'dan sonra büyük bir değişim ama giderek daha çok Ankaralıyım. Ajansta geçen gün, ''Amerika'yı özlüyor musun?'' diye sordular. ''Tabii özlüyorum'' dedim. 11 yıl evim olan bir kenti bıraktım. Çok sevdiğim mavi su bardaklarımla beraber bir ton eşyamı bırakmak zorunda kaldım. Bardak dedim de, meğer ben de eşyalara bağlıymışım. Şu su bardağı meselesi, nasıl bir mesele haline geldi. Annem bize, 6 tane bardak verdi aslında. Fena da değiller ama çok minicikler ve üzerinde de yaprak deseni gibi birşey var. Daniel, ''bu bardaklar gay'' dedi, en popüler değerlendirmesini yaparak. Bizim gibi kocaman kocaman insanlar için, o bardağı üç kez doldurmak gerek. Kafamda bir bardak imajı, fırsat buldukça kenti dolaşıyorum. Paşabahçe diye biliriz bardakçıların hasını, gittim ve 2 buçuk saatimi bütün bardakları, çanakları tek tek incelemekle geçirdim. Bu hiç olağan bir durum değil söyleyeyim. Genellikle bir şeyi görüp beğenmemle satın almam on dakikayı geçmez. Neco, Timuçin'e pack and play bakarken bu duruma tanık olmuş ve çok şaşırmıştı. Daniel ile alışverişimiz zaten çok kolay. Dükkanda onlarca pack and play arasında iki saniye içinde iki seçenek üzerinde yoğunlaşıp, ''bu di mi, sence de bu'' konsensüsüne anında varıp alışverişimizi bitirmiştik.

Bardakları tek tek inceledim. Bir tur daha yaptım. Bir türlü içime sinmiyor. Kafamda, illa da uzun uzun boylu, mavi su bardaklarım. Chevy Chase'teki World Market'ı düşündüm. Oraya gittiğim zaman, en az dört beş tane beğendiğim bardak, tabak arasından hangisini alsam diye karar veremeyip, her beğendiğimden ikişer tane alıp, evi rengarenk ve uyumsuz ama bana mutluluk veren şeylerle doldururdum. Hani bizde takım olsun, bir örnek olsun derdi vardır ya, herşeyden 6 tane veya 12 tane alınır. Amerikalılar ise 8 tane alırlar veya 10 tane. Ya da şurada bir Pier 1 mağazası olaydı. Herşeyi iki saniyede almayı beceren ben, evle ilgili dükkanlara gelince sıra, saatler geçirebiliyorum. Van Ness'teki Pier 1'da günlerim geçmiştir. World Market'ta da öyle. Washington'ın en çok nesini özledin deseler, Chevy Chase'teki o küçük mall'u (alışveriş merkezi) özledim derdim, içinde World Market'ın ve benim gittiğim Washington Sports Club'ın bulunduğu. Starbucks'ın karşısında, elimde kahvemle, alt kattaki o koltuklardan birine, meydanın tam ortasına kurulur, kafamı yukarıdaki camlı kubbeye çevirir, beyaz hakim fonda, boşluğa ve o boşluğu dolduranlara bakarak, geştalt usulü, ''boşluk mu var, yoksa boşluğun içindekiler mi?'' ikilemiyle bir boşluğa, bir içindekilere dikkatimi yöneltirdim. Kulağımda muhakkak, Pema Chödron'un bir audiobook'u olurdu. Tekrar tekrar dinlediğim ve her dinlediğimde farklı bir derinlik bulduğum. Bütün audiobooklarım ve müzik dosyalarımı, i-phone'u Türkiye'ye uyumlulaştırma sırasında kaybettiler. Yenilerini kaydedersin diyor arkadaşlar. Acısı içime taş gibi oturdu. En çok da, en ihtiyaç duyduğum zamanda Chödron’un beni rahatlatan sesiyle yüzüme yüzüme söyleyiverdiği ‘’tutunacak hiçbir yer yok’’ mealinden audiobook’unu kaybetmek.

Şimdi benim playlistlerim vardı. Koşarken koşarken dinlediğim. Metroda yürürken dinlediğim. Koşarken dedim de, bir de şunu özlüyorum, Bethesda’dan başlayıp Georgetown’a kadar giden Crescent trail’de, (ağaçlıklı bisiklet ve koşu yolu diyelim) deli danalar gibi koşmayı. Mevsimlerle beraber o yolun değişen dokusunu izlemeyi. Bir tünel vardır o yolda, yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, ‘’tünele yaklaşıyoruz’’. Fazla uzun da değil, diğer ucunu görürsünüz. Eskiden tren yoluymuş galiba burası. Potomac nehrinin kenarından kenarından giden. Tüneli depar atarak geçerim ben. Soğuktur, nemlidir içindeki hava, yaz günleri harika olur, güneşin ağırlığını bir dakika için kesen bu mini mola. Sonra köprü vardır. Vrak vrak ördekleri görürsünüz oralarda. Hemen ardından, Maryland sınırını bitirip DC’ye geçmekte olduğunuza işaret eden tabela. Bir adım sonra, DC’nin kanunlarına tabi olacaksınız. Bir çizgiyi geçerek eyalet değiştirmek, her gün her gün. O köprüyü geçerken kendimi Rocky filminin kahramanı gibi hissederim. Eye of the Tiger çalmaya başlar geri planda. Arada birisi bisikletle arkadan gelip, ‘’on your left!’’ (solundan geçiyorum) diye uyarır. Yürümenin ve koşmanın da adabı var, sağdan gideceksin, yolun ortasından değil. Bisikletlilere ve senden hızlı olanlara yol açacaksın. Bazen yolun karşısından gelen birisi, sessizce, bir noktayı işaret eder. Bir geyik inmiştir çok yakına. Sen de göresin bu güzelliği diye gösterirler. Kulağımda kulaklıklarla koşarken, yanımdan veya yolun karşısından geçen bisikletli bir Washingtonlu, Bülent Bey ‘’Seelaaaam’’ diye seslenir. Bisikletiyle uzaklaşırken, günün Ankara-Washington hattı arasındaki önemli olayıyla ilgili ‘’duydunuz mu yav, neler oluyor neler’’ sözlerini duyarım. Türkiye ile ilgili kişilerden David ile de çok karşılaşmışızdır. ‘’Seni yine gördüm Crescent trail’de ama çok dalmıştın Deniz, beni farketmedin’’ der bir sonraki toplantıda. Daniel Avustralya’da olduğu zamanlar, çok düşünmüşümdür dünyanın ne kadar büyük ne kadar muazzam bir yer olduğunu. Amerika kıtasının kuzeyinde, gün batımına doğru koşarken ben o ağaçlıklı yolda, Daniel’ın Avustralya kıtasında işe gitmek üzere uyandığını hayal etmek inanılmaz gelmiştir. Gerçekliklerin ne kadar değişken olduğunu somut bir biçimde deneyimlemek. Güneşin burada batışının, başka bir yerde doğduğu anlamına geldiğini farketmek. Bu arada The Cure’dan ‘’Just like Heaven’’ kulaklarımda olmalı. Tekrar tekrar dinlemeliyim. Beni en hızlı bu şarkı koşturuyor. Bir de Urban Outfitters’dan aldığım ve artık adını bile hatırlamadığım için bir daha bulmamın zor olduğu müzik cd’sindeki olağanüstü şarkılar. Ve tabii Beauty Pill. Koşarken koşarken, yarı yolda Yelda ile karşılaştığımız gün. Seda ile aynı trail’de, ayaklarımızda terlikle saatlerce konuşa konuşa yürüyüp çok yorulduğumuz, hatta ayaklarımızı yara yaptığımız gün. Beni gördüğü yerde, yüzelli metre kadar yarışa kalkışan ama hiç konuşmadığımız kel kafalı yaşlı amca. Yolun karşısına geçmeye çalışırken, bir bisikletli tarafından az daha ezilerek kafası kopmak üzere olan yılanın, müthiş bir hamleyle şaha kalkıp kendini kurtarması ve benim bu sahneyi görüp, f.ck!!! diye çığlık atıp, bir metre kadar olduğum yerde sıçramam.

Ha ben bir de çok küfrederim. Küfretmeye bayılırım. Çok da pozitif birşeymiş, öyle okudum bi gazete haberinde. Amerika’da Türkçe küfür ederdim bol bol, ‘’ bilmemne kadın çarptın geçtin bi özür dile, ....koduumun yaratığı’’ gibi. Kötü bir şey dediğini anlarlar, kızdığını anlarlar ve hatta özür bile dilerler. Ama onun dilinde olmadığı için, kimseye bir zararı yok. Beni rahatlatan, sonuç almaya yönelik, geçerli bir yöntemdi. Taa ki ben Türkiye’ye taşınıncaya kadar  Şimdi ağzımdan birşey kaçıracağım diye korkuyorum. Çünkü omuz atanlar, kuyrukta önüne geçenler hak getire. Şimdi desem, ‘’..mcık sırana geç’’, çok ama çok ayıp olacak.  Onun ötesinde, bıçaklanır mıyım yoksa saçıma mı yapışırlar orasını bilemem. Bir de küfür etmenin öteki yüzü de var. Bunca seneden sonra, İngilizce küfürlerde de bayaa bi advanced (ilerlemiş) hale gelmişim tabii. Lazım oluyor. Geçenlerde ajansın önündeki kaldırımda yürüyorum, güzel güzel işe gidiyorum. Binaya yaklaşıyorum dedim, bari şu nereye koyduğumu hiç bulamadığım kimliğimi aramaya başlayayım dedim, elimi çantama soktum, araştırıp duruyorum. Bir ara yakalar gibi oldum, kafamı öne eğdim. Bir içgüdüyle kenara çekildim ki, yanımdan hızla bir şahin araba geçti. Gözlerime inanamadım. Birkaç santimetre yanımdan geçen araç, az daha beni altına alacaktı. Şu anda hastanede olabilirdim. O da iyi ihtimalle. Hem trafiği aşmak için kaldırıma çık, hem de son sürat git. Hadi belayı atlattık da, arkasından şöyle bağırdım adamın, ‘’Asshole!!!’’. Şunu da ekledim, ‘’What the fuuuuck!!!’’ İşe giden insanlar, dönüp dönüp bana baktılar. O zaman anladım ne yaptığımı. Halime gülmekten başka yapacak birşey yoktu.

Buraya, ‘’denizin washington günlüğü’’ adı altında yazmak biraz saçma geliyor. Artık Ankara’dayım. Ayrıca, şimdi çok yakınımdaki insanlar hakkında rahatça atıp tutmak da kolay değil. Diyorum ya, saçıma yapışırlar diye korkuyorum.  Şimdi desem, bizim bakkal şöyle dedi. Yarın öbürgün olur ya, okur falan, sonuçta adımızla yazıyoruz, ‘’sen niye beni yazdın, ben öyle demediydim, çok üzüldüm’’ der, içime oturur. O yüzden, buraya yazma konusunda şüphelerim var. Bu yazıyı niye yazdım? Çok yakından tanımadığım bazı arkadaşlar, mesela ajans çalışanları benimle konuşurken çok sevgi dolu yaklaşıyor. Ne de olsa, oğlumu, kocamı, yaşantımı, düşüncelerimi, hislerimi epeyce paylaşıyorum burada. Bu bir yakınlık doğuruyor. Biri Sinem oldu, ‘’yazılarını okuyorum’’ dedi. Çok şaşırdım. Benim hakkında çok az şey bildiğim bir çalışma arkadaşım, hayatımın birçok detayını biliyor. İkincisi Duygu oldu. Cuma günü ajansa geldi, ilk kez yüz yüze tanıştık. ‘’Blogunu okuyorum. Lütfen devamını yaz, merak ediyoruz Ankara maceralarını da’’ dedi. İşte bu yüzden yazdım. Blog tutmak şöyle bir şey. İnsanlar konuşurken konuşurken bir konu açılıyor. Mesela, ‘’aaa ne enteresan ben de o konuyla çok ilgiliyim’’ diyorum. Karşıdan, ‘’biliyoruz zaten ondan söylüyoruz’’ cevabı geliyor. ‘’Yazmış mıydım bunu, haaa doğru lan’’ hesaplaşmalarına giriyorum kendi içimde.

Gelelim mavi bardaklara. Hikayesi tam bir komedi. Bizimki ‘’odd friendship’’ diyoruz, çok sevdiğim arkadaşım Umur, minnacık bir kız. Ben, kapıdan başını eğerek geçen birisi. Çağ geçen gün Umurla benim resmimi çekti, ertesi gün rejime başladım. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu bardak derdimi Umur’a anlattım. Boyner’e git dedi. Annemi koluma taktım, 365’in yolunu tuttum. 365’i de Liz’den duyuyorum hep. Ankara’da yaşayan Amerikalı arkadaşım. ‘’Liz, sana bişey sorcam, peanutbutter nerde bulurum?’’ diyorum, ‘’365’’ yanıtı geliyor. Ne desem, yanıt 365. Artık farz oldu, gittik. Tam istediğim, hayalimdeki bardağı gördüm. Altında, 9.99 gibi bir rakam vardı, yalan olmasın tam hatırlamıyorum. Annem dedi ki, ‘’Deniz bu çok pahalı, sen iki tane al. Yoksa, altı tane alsan 100 lira tutuyor!’’. Ben de saf saf anneme inandım! Annem, kafasından, sanki Amerikalı birisiymiş gibi, on bardak hesabı yapmış. Ama Türk olduğu için, 6 almak uygun. İki hesap karışıverdi. ‘’Ya evet, 100 liraya bardak almak ayıp olur di mi anne, zaten bu kadar fakirlik görüyorum etrafta’’ gibi laflar geveledim. En sonunda kıyamadım, iki tane bardakla kasaya gittim. Kasadaki kız hesabı yaparken, ‘’ay durun, ben iki tane daha alıyorum’’ dedim. 4 bardakla çıktık. Annem takside, ‘’Deniiiiz ben yanlış hesap yapıp söyledim sana’’ deyiverdi. Sonra da üzüldü. Bardak almaya sen kalk, taksilere bin, taa uzaklardan gel, en son anda cimrilik yap, yanlış hesap yap, dört bardakla çık. Neyse, güldük tabii bu matematik dehası kafamıza. Özgür abim bize geldi, mutfakta bu hikayeyi anlatıyorum. Bir bardak su istedi. Mavi bardağa uzandım ki, eliyle itiraz etti, ‘’yooo yooo bana şu yaprak desenli bardaklara koy suyu’’ dedi. ‘’Saçmalama Özgür. Kırılır diye mi yapıyorsun. Kızmam valla kırarsan da. Sonuçta bardak, kullanmak içindir. Senden daha kıymetli değil’’ dedim. İçine su doldurulmuş mavi bardağı uzattım.

Altı yaşındaki halini bildiğiniz birisiyle, 19 yaşında harika bir delikanlı olmuş haliyle yeniden tanıştınız mı hiç? Neco benim için çok önemli birisi. O altı yaşındayken konuştuğumuz derinlikli konuları, bugün bile o samimiyetle konuşabileceğim birisi yok. Müthiş bir sevgi bağı. Şimdi ben de onun karşısına, evli, bebekli azıcık şişkolaşmış bir kadın olarak çıkıyorum. Elini sıkıp yanaklarından öptüm ilk görüştüğümüzde diye biraz bozulmuş. Ben onun Deniz ablasıyım çünkü. Sonra sonra biraz daha birbirimizin yeni haline alıştık, sarılarak yürüdük, samimiyetimizi tazeledik. Neccoo, seni çok seviyorum.

Lale ile kahvaltı ettik. Beni, eskiden olduğu gibi benzincinin önünden aldı. Herzamanki gibi çok güldük. Arabayla kentte tur attığımız üniversiteli günlerimizden konuştuk. Çiğdem, Cihan ve Ebru ile buluştuk, çok çok ama çoook güldük. Yine gülcez. Burak ve Çağ ile basket oynuyoruz. Çağ, 12 yıl önce topunu kesmemin intikamını yaptığı bir blokla almanın keyfini çıkarıyor. Ebru, Burak’ın oğlunun basket öğretmeniymiş. Kuralları umursamaz birisi olarak hatırladığım Ebru, tabii aradan 20 sene geçtiği için büyümüş! Salona çamurlu ayakkabılarla gelmeme inanamadı ve gayet ciddi bir yüzle, ‘’bunu senden beklemezdim. Bu kuralları ne çabuk unuttun’’ dedi. Haklıydı. Tuvalete gidip spor ayakkabılarımı çıkardım ve altına yapışan kat kat çamuru valla da elimle ovuşturarak yıkayıp temizledim Ebru örtmenim.  Süreyya’yı gördüm, harika bir sohbet yaptık. İnsan, son onbeş yılda neler yaptığını anlatmaya başlayınca ne kadar komik oluyor. Hiç değişmemiş. Diba’yı mekanında ziyaret ettim. Konuş konuş çok güzel oldu. Telefonlaştığım, mesajlaştığım ama halen görüşemediğim çok arkadaşım var. Hepinizi çok seviyorum, çok özledim.

Bu arada, PuCCa’nın kitabını okudunuz mu? Onun yazılarına bayılıyorum, kitabı da harika olmuş. Trajik olaylara komik bakan tarzını çok seviyorum. Başka türlü yaşanmaz çünkü. İyi günner.
İmza Ankaralı Deniz



Özgür Abim bir haftadır Daniel ile bana Ankara'da tur attırıyor. 11 yıl Washington'da yaşamanın bedelini ödüyorum. Ben artık bu ülkede turist olmuşum. Paradan anlamıyorum bir kere. Zaten sıfırların atılmasını anlamış değildim, şimdi hala dilimde milyonlar. Daniel, ''ne diyorsun? Ne 100 milyon lirası?'' diye saf saf soruyor. Bir de TL yerine, ''şu fırın şu kadar dolar ediyor'' diye konuştuğum için Avustralyalı kocamdan, ''artık Türkiye'desin. Dolar demeyi bırak, TL olarak konuş'' diye laf işittim. Muhtara ikametgah için para çıkarırken Özgür'e ''bu 1 TL mı?'' diye sorduğum için muhtar ''ah canım beniiiim. Parayı gösteriyor kardeşine, ahhahhah'' dedi.

Bir kere, bana göre herşey çok pahalı. Starbucks'a gittik. Ben ne bileyim, Amerika'da kahve ucuzdur. Starbucks kahve fiyatlarını birkaç cent arttırsın, hemen isyan çıkar, pankartlı protesto gösterileri falan olur. Özgür, Daniel, ben. ''Üç kahve, üç kek'' dedim, ''32 TL lütfen!'' dediler. Şaka mı bu yani? Valla şaka değil. Kapının önünde vale servisi var. Arabanızın anahtarını valeye bırakıyorsunuz, onlar park ediyor. Ayrıca korkunç kalabalık. Ben kendime, şöyle ara sokakta, şirin mi şirin, rahatça oturup kitap okuyacağım sakin bir kahve yeri bulmalıyım. Bir tane Başak tavsiye etmişti, taa eskiden, hah onu iyi hatırladım, oraya bir bakayım.

Herşey bir anda oluverdi. Bir dükkana girdik, 5 bin 500 metrekareye yayılmışmış. Oradan çıktığımızda, yeni tuttuğumuz evimize koymak üzere buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinası vs. gibi elektronik eşyaları (beyaz eşya demeliyim) alıvermiştik. Tabii bunların hepsi kredi kartıyla alındı. Birden bire kendimi taksit, borç gibi kavramlarla yüz yüze buluverdim. Washington'da taşıyamayacağım için mutfak kaplarımı bir hafta önce attığımı yazmıştım. Şimdi herbirini tek tek kendim almak zorundayım, bardak, çanak, çatal kaşık, iğne iplik derken derken, Özgür ile Daniel arasında İngilizce'den Türkçeye ve Türkçeden İngilizceye çeviri yaparken ve bir haftadır her sabah ikametgah, vize, ot, püsür, bok diye kapı kapı dolaşmaya çıkarken anneme bıraktığım minik oğlumu özlerken sigortalarım birden atıverdi. O 32 lira verdiğimiz kahvelerle kekleri hüpletirken, siyah güneş gözlüklerimi gözüme indirdim ve ülkemizin piyasa mekanlarından Starbucks'ın ortasında hüngürdemeye başladım. Tabii bu, Özgür Abi ve Daniel'ın karşısında yapılacak çok yanlış bir hareket oldu. Ben ağlıyorum ve kardeşimle kocam, ''Deniz gerçekten çok salaksın'' diyerek bana gülüyorlar, ağlamamı taklit ediyorlar. Özgür Abim, ''niye ağlıyorsun şimdi?'' diye üsteledi. Ben de, ''ben çok fakirim. Artık borcum var'' diye yanıtladım ama bir taraftan artık gülmeye de başladım. Zaten, şikayet ettiğim kadar da değil, annemle kardeşim birer beyaz eşyayı aldılar bana, sağolsunlar.

Starbucks'tan kalkıyoruz ama güneş gözlüklerim halen gözümde. İki masa ötede oturan gençlerden, ''kapalı mekanlarda siyah gözlük takan tipler!'' diye bir laf duyuyorum. Özgür abim de, ''keşke gözlüklerini hemen indirip (ağlıyorum salak!) deseydin'' diyor. Özgür abim de Daniel da ben de ''salak'' lafını su gibi kullanıyoruz.

Bir dükkana girdik, kanepe bakıyoruz. Kanepe, benim için çok önemli. Hiçbir şeyim olmasın, kanepe çok rahat olsun. Benim gönlümde fena halde pahalı bir kanepe, görür görmez aşık oldum. Çok basit, kahverengi ve koskocaman birşey. Özgür ile Daniel, bana bunun yarı fiyatına başka bir kanepeyi beğendirmeye çalışıyor. İlk onların gösterdiğini görseydim, ''hah tamam, bu olur, alalım bunu'' derdim. Ama artık çok geç. Ben o kanepeyi istiyorum! Özgür abim artık iyiden iyiye dalga geçiyor: ''Hem fakirim diyorsun, kahve parasından şikayet ediyorsun, hem de fakir birisine yakışmayacak kanepelere bakıyorsun''. Artık suratımı falan asıyorum, o kanepe olmazsa çok mutsuz olacağım. Özgür epey çalışıyor üzerimde. Makul olmalıyım yoksa hayatımın uzun bir dönemini, borçlarımı ödeyerek geçireceğim. Şunu söylüyor bana: ''Şimdi sen gelecek haftalarda işe gitmek üzere kalktın. Makyaj yapacaksın. Makyaj çantanı neyin üstüne koymayı düşünüyorsun?'' diyor. ''Yere atarım!'' diyorum. Aslında Özgür haklı biliyorum. Daniel, kahkahalarla karşılık veriyor Özgür'ün her söylediğine. İkisi bir oluyorlar. Ben de diyorum ki onlara, ''ikiniz de salaksınız''. Ve fakat Özgür abimin Microsoft excel gibi çalışan bir kafası var. Herşey orada yazılı sanki. Adam listeden takip eder gibi tık tık tık ilerliyor. Günün planını yaptırıyor bana önce. Ki ben kimseye öyle ipleri kolay vermem, her işimi kendim yapmaya alışmışım. ''Yaz!'' diyor Özgür abi: ''Önce muhtara gidilecek, sonra banka hesabı açılacak, oradan.....''. Özgür abiye gidin, ''hayatımda şu şu şu sıkıntılar var, ne yapabilirim?'' diye sorun, size 5 yıllık kalkınma planı çıkarsın. Valla abartmıyorum. Hem de bunu, mümkün olan en az cümleyi kullanarak size aktaracaktır, kendinden emin bir hava içinde. Bugünkü 20 maddeli planımızın ortasında bir yerlerde gidip anneannemin kedilerine mama bile aldı. Yalnız dönüş yolunda, korkunç bir trafiğin ortasında Özgür abimin sigortalarının attığını farkettik ve Daniel ile ben çıt çıkarmadık. Evin önüne geldiğimizde, şehirlerarası otobüslerin kapılarının çıkardığı çııııstııısss sesini büyük bir başarıyla ağzından çıkartıp bize kısaca ''inin!'' dedi. Biz de öyle yaptık. Özgür abim, yarın hiçbir şey yapmayacakmış, öyle dedi. Valla haklı. Ama bu kez de Timuçin'i alıp misafirliğe gidiyoruz yarın. Tam ''Amerika'dan ablam geldi'' durumu. Kurtuluş yok.

Telefonda İlke'ye günümü anlattım. O da ''ya ağlama lütfen. Zaten biz de sana ev hediyesi alacaktık'' dedi. Ben de hemen ''tamam kabul ediyorum'' dedim. Televizyonu bize annem verecek. Altında sehpasıyla. Bir tane de düdüklü gösterdi. Ayrıca bir de halı verecekmiş. Hadi ben iş güç sahibi bir insanım da, bir zaman içinde beyaz eşyaya falan servet yatırma durumunu gerçekten eli darda insanlar nasıl hallediyor merak ediyorum. Bir araştırmaya göre, dünyada fazla birşeyi olmayan, fakir insanlar çok daha mutluymuş. Çünkü endişe edecek birşeyleri yok. Bir sıcak gülüş, yüzümüzde bir hafif rüzgar, bir yudum su, biraz da ekmek. Ölümlü dünya eninde sonunda. Kanepeyle buzdolabını yanınızda götüremiyorsunuz.

Birşey daha yazacağım. Beni Türk doktorlarından sonra, lütfen Türk bürokrasisine emanet ediniz. Çankaya Nüfus Müdürlüğü'ne gittim. Fiş aldık, önümüzde 34 kişi var. Neredeyse ağlayacağım. Çünkü benim bildiğim Amerikan sosyal güvenlik idaresinde, önünüzde 34 kişi varsa, muhtemelen o gün size sıra gelmeyecek demektir. Tam on dakika sonra gişedeyim ve gerekli işlemlerim yapılmış bile. Son derece nazik ve yaptığı işi gayet iyi bilen bir çalışanın karşısındayım. Daha ne isterim. Türk pratik zekası sağolsun. Hoşgeldik.






Daniel, mutfak dolaplarının tepesine uzanıp, fırında kullandığımız iki beyaz kap ve bir cam kabı indirip, ''bunları da atıyorum'' dedi. O pyrex kaba bakarken bakarken, 5 aylık Timuçin kucağımda otururken, birden gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Arkasından dudağım sarktı ve küçük çocuklar gibi sesli sesli ağladım. İşte o zaman, yaşadığımız mekanın kalbinin mutfak olduğunu anladım.

Bir haftadır Türkiye'ye götüreceğimiz eşyalarımızı kutulara koymaya ve atılacakları da atmaya başladık. Bazı şeyleri satıyoruz, bazılarını arkadaşlarımıza veriyoruz. Yine de bir çok şey atılıyor. Kıyafetleri ve hatta kitapları, özellikle de ayakkabıları atarken en ufak bir rahatsızlık hissetmedim. Gelgelelim, poğaça, fırında makarna, soslu tavuk, ekşili köfte yaptığım cam kabım sözkonusu. Can damarım oradaymış. ''İstersen atmayalım'' dedi Daniel, dehşet içinde gözlerimden akan yaşlara bakarak. Atmayıp ne yapacağız, sadece ağırlık ve taşımaya değecek birşey değil. Daniel, ''Denizcim, ekmek tahtasını, bıçak takımını seçerken ne kadar eğlenmiştik o zamanı hatırlıyor musun? Şimdi de, bunları atıyoruz ama gidenin yerine yenilerini koyma süreci de zevkli olacak'' dedi. Mesele, eşyalara bağlılık ya da yenisini alma zorunluluğu değil aslında. Beynimizde haritası çizili, rahat ettiğimiz, soluklandığımız, bir sıcak çay içtiğimiz mekanın, içindekilerle birlikte artık hayatımızdan çıkacak olması. O fırın kaplarının atılması demek, o kapta, o fırında pişecek yemeklerin sonunun geldiği, bir devrin kapandığı anlamında. Teselli edici bir tarafı var bu işin tabii, yeni kaplar, yeni fırınlar, göz açıp kapayıncaya kadar bir bakacağız ki beynimizde yeni bir yaşamın haritası çizilmiş bile.

Şimdi salonumuz kutu kutu kutu kutularla dolu. Kutulardan birinde meditasyon yastıklarım da var. Daniel, ''içindekileri boşaltalım, hafif olsun'' diye bir öneriyle geldi. Mümkün değil, içlerindeki nesneler onları yumuşacık ve rahat yapan. Herkesten tavsiyeler, ''araba getir muhakkak''. Ben 11 yıl Washington'da arabasız yaşamayı başarmışım. Bir de kimsenin düşünmediği bir ayrıntı var, araba getirmenin bürokratik işlemleriyle uğraşmaya yetecek bir sabrım yok. Sonuçta, en değerli varlığım olarak meditasyon yastıklarımı getiriyorum. Bir de hiçbir zaman giymediğim topuklu ayakkabılarımı. Belki birgün giyerim, kimbilir.

Yakın zaman önce, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan bir yetkili beni bakanlığa çay içmeye davet etti. Bunun hikayesi de çok komik aslında. Bir taraftan bebek bakmak, bir taraftan taşınmak vs. derken kafayı yemiş, hormonları hoplayıp zıplayan ve negatif düşüncenin en diplerinde yolculuklar yapan birisi olarak son dönemde State Department'a gidesim yoktu doğal olarak. Ama şimdi birisi davet edince, bir şey var demektir, gitmek lazım. Ancak o buluşma günü geldiğinde, ne yapsam da kendimi kurtarsam diye yana yakıla bir bahane ararken, oturdum bir e-mail mesajı yazdım. Bahanem hazırdı: Timuçin! İşte bebekli olmak zor da, gelemiyorum da, kusura bakmayın. O e-mailin yerine ulaşmayacağını hiç mi hiç düşünmedim. Buluşma saatinden yarım saat sonra, cep telefonumu kontrol ettiğimde 5 tane mesaj bırakıldığını gördüm. Mesajlarda, ''Deniz umarım unutmadın, şu anda yolda olduğunu tahmin ediyorum vs.'. diyordu. En sonuncu mesajda ise, ''gelmeyeceksen de ara lütfen!''. Arka planda bir başka yetkilinin, ''gelmeyeceği kesin!'' diye kinayeli bir şekilde konuştuğunu da duydum. Hemen telefona sarıldım, binbir özür sıraladım. Karşımdaki adam, ''ne yazıkki siz gazeteciler böylesiniz. Bu benim başıma son iki haftada üçüncü kere geldi. Seninle görüşme ayarladığım, benim üstümdeki kişi, artık benim yeterli birisi olmadığıma kanaat getirmiş durumda'' dedi. Başka birisini zor duruma düşürmüş olmak beni müthiş üzdü. Bu sefer bir hafta sonra aynı gün buluşmayı kararlaştırdık ve geleceğime yemin billah ettim. Öyle de yaptım.

İşte State Department'tan çıkışta, havanın da güzelliğinden faydalanarak Georgetown'a yürüdüm. O her zaman yürümeyi seçtiğim yoldan gittim. Bundan beş yıl önce, kendimi çok yalnız hissettiğim bir günde, üzerine oturup derin düşüncelere daldığım Potomac nehri kıyısındaki kayanın üzerine oturdum son bir kez. Nehri seyrettim, yüzüme hafif bir güneş vurdu ve fazla bir şey düşünmeden, öylece martı vıraklamaları arasında, Kennedy Center'a karşı belki uzun zamandan beri ilk defa, o anın içinde oldum. Sessizce kayaya, nehre, çok keyifli müzikler dinlediğim Kennedy Center'a, gökyüzüne, ağaçlara, iyisiyle kötüsüyle bana çok hoş, dolu dolu zamanlar yaşatan Washington kentine ve kentin herzaman eleştirdiğim insanlarına, beni bunca yıl burada güvenli çalıştıran Anadolu Ajansı'na teşekkür ettim. Hani içiniz minnetle dolar ya. Öyle. Bu kente gelmeseydim, bu deneyimleri yaşamasaydım tamamen farklı bir insan olacaktım. Teşekkür etmek için çok nedenim var. Bunları, ''şimdi müthiş birisi oldum'' anlamında söylemiyorum. Ama galiba, önemli bir şey rayına oturdu, doğru bir yola girdim. Bu, anlatılası birşey de değil. İşte öyle.

Şimdilerde herkesin, ''ah ah, bunca sene Amerika'dan sonra nasıl yaşayacaksın Türkiye'de? Niye dönüyorsun, mecbur musun, burada başka bir iş baksana? Bari Avustralya'ya, kocanın memleketine gitsenize?'' gibi sözlerini dinliyorum. Benim işlerim başkalarına hep ters gelmiştir zaten. Doğumdan sonra yardım için annemi yanıma çağırmamam mesela. Bunca sene burada oturup yeşil karttı, vatandaşlıktı diye uğraşmamam. Araba kullanmayışım. Ya da, tek başıma oturduğum dönemde, bir tahta sandık üzerinde televizyonla, yatak olabilen futondan başka eşya almayışım. ''Düşünceli bir arkadaş'', param olmadığı için koltuk alamadığımı varsaydığından, gazeteden ucuz koltuk takımı kuponu kesip bana getirmiş, ben de kahkaha atıp, ''ben birkaç bin dolara koltuk takımı alacağıma seyahate çıkarım'' deyince bozulmuştu. Apartmanlarda yemek masasının koyulması için girintili yapılan salondaki bölüme yeni alacağım yatağımı koymayı planladığımı söylediğimde başka bir arkadaş, ''senin her şeyin ters'' demişti. Bunları diyenler hep Amerikalı tabii, ona işaret etmek lazım. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, Amerikalılar kurallara göre hareket ederler, öyle yaşarlar. Biraz özgür veya pratik düşünceyle karşılarına çıkarsanız, ''ah canım benim, üçüncü dünya ülkesinden geliyor bu garibim, bilmiyor yemek masasının olduğu yere yatak konulmayacağını'' diyerek işin içinden çıkıyorlar. Arizonalı, koca popolu bir teyze, Türk olan ilk eşimden boşandıktan sonra Amerika gibi yabancı bir ülkede tek başıma kendime bir hayat kurmamı takdir ederken, ''iyiki Amerika'ya gelme şansını yakalamışsın. Yoksa sizin oralarda kadın özgürlüğü falan yok! Burada bizlerle yaşayarak birey olmayı, kendine saygı duymayı öğrendin'' diye saçmalamıştı. Bizim oraları ne zannediyorsa artık bilemiyorum.
 

Bana laf edenlere, bizim oraların aslında zannettiklerinden çok daha iyi olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ben Türkiye'nin kıymetini, uzakta yaşarken daha iyi anladım. Kendi kültürünün zenginliğini kavrayamadan bir aşağılık kompleksiyle kıvranan ve modernlik diye gördüğü batılı bazı saçmalıkların peşinden koşan çok insan var bizim ülkemizde. Ikea makina halısını, işlemeli, göznuru, el emeği Türk halısına tercih eden bir yaklaşım.

Saat sabahın üçü olmuş, benim çok uykum gelmiş. Daha neler yazacaktım ama ne yalan söyleyeyim sıkıldım. Bebek arabası üreticilerinin bebek giyen annelere açtığı medya savaşını anlatacaktım halbuki. Bir de, diş çıkaran bebekler için üretilen Baltık kehribarından yapılmış kolye ile bu kolyeyi takmış olan Timuçin'in facebook'a koyduğum resmini gören Amerikalı teyzemin, ''bebeğin boynuna kolye takılır mı, Allah seni kahretmesin'' meyanında üstüme saldırmasını anlatacaktım. Bu haftalık da yerimiz doldu. Bir daha ne zaman yazarım bilmiyorum. Taşınıyoruz herhalde, kolay iş değil.






Şimdi dışarda lapa lapa kar yağıyor. Bu sabah başladı. Bütün haftasonu yağacakmış. Kar fırtınası diyorlar. Görülmemiş çoklukta yağacakmış, her yeri kar basacakmış. Kürekler tükendi mağazalarda. Washington ve civar eyaletlerinde kürek yok! Evinizin önündeki karı küreyeceksiniz ya, işte ondan lazım. Komşudan almak olmaz burada, çünkü yan komşunun kapısını çalın bakın ne oluyor. O kapının açılması, denizin ikiye ayrılıp geçenlere yol vermesi kadar mucizevi birşey olacaktır.

Dün İzzy Facebook'ta markette çektiği bazı resimleri yayınlamış. Et bölümü bomboş. Deniz ürünleri camekanı, bomboş. Süt, yumurta bölümü bomboş. Meteorolojiden haberi alan, marketleri doldurmuş, kapış kapış herşey satılmış. Daniel da koştu gitti Giant'a, yani yerel süpermarkete, upuzun kuyruklar olmuş. Neyse, bulabildiklerini almış, çok eziyetli bir bekleyişten sonra.

Ben, bu ülkeye geldiğimden beri bu tür haberleri duyduğumda, neyin ne kadar gerçek olduğuna, söylenenin ne kadarının doğru olduğuna ilişkin inancımı yitirdiğim için, duruma şüpheyle yaklaşıyorum. 20 ila 30 inç arası (50 ila 75 santimetre arası) karar yağacak diyorlar. Bu doğruysa, ebemize birşeyler olacak demektir. Ne kadar doğru olduğunu göreceğiz. Ayrıca ben Türküm tabii, bana birşey olmaz o ayrı.

Washington'a ilk geldiğimde, yani bundan 11 sene önce, birgün Ümitle metroya inerken, hemen herkesin elindeki şemsiye dikkatimizi çekti. Hava günlük güneşlikti ve bu şemsiyeleri bu insanların neden taşıdığını çıkaramamıştık. Dönüş yolunda şakır şakır ıslanınca, dışarı çıkmadan önce hava durumunu dinlememiz gerektiğini, Türkiye'de yaptığımız gibi, balkona çıkıp ''aa bugün hava güneşli'' tespitinde bulunmanın yanıltıcı olduğunu öğrendik. ''Yarın öğleden sonra saat 3'ü 5 geçe yağmur yağacak!'' buyurulduğunda, biz de artık elimizde şemsiyelerle hazırdık. Bizde hava durumu çok genel anlatılır. Televizyonlardan hatırladığım, mesela ''Türkiye'nin orta kesimleri az bulutlu, sağ köşesi kar yağışlı, sol alt köşesi de sağanak yağışlı geçecek'' kadar genel anlatılır hava durumu. ''Orta kesimler az bulutlu'' ne demektir abi, ben bilmiyorum. Bana ne yani bundan. Belki de cahilliğimden böyle konuşuyorum. Ülkenin orta kesimlerinde uçurtma uçurmak isteyen çocuklar, bu hava durumunu dinleyip ona göre, ''ah lan, yarın bulutluymuş. Ertesi gün çıkartırız uçurtmayı dışarıya'' diyordur belki. İnsan bilmeden konuşmamalı aslında. Ben de bilmiyorum valla, ne yalan söyleyeyim. Orta kesimin sınırları nerede başlayıp biter mesela? Onu da bilmiyorum.

Mesela bir Floyd kasırgasından bahsetmişlerdi. Floyd muydu acaba adı, şimdi geçmiş zaman unuttum. Ben geldim geleli sayısız kasırga geldi geçti bu doğu kıyısına. Washington'ı da etkileyen Floyd'du galiba. Korkunç birşey olmasını bekledik. Hızlı hızlı yağmur yağdı, camlar sallandı. Ha bir de elektrikler kesildi. Bazı evlerin, arabaların üzerine ağaçlar devrilmiş ama çok müthiş bir felaket olmadı kanımca. Kentte trafik ışıklarının bile çalışmadığı, her trafik kavşağına polis yerleştirilen tek durum oydu. Kısa süre önce de yine bir kar fırtınası dendi. Yine marketlere hücum oldu. İçecek suyu zor bulduk. Ama yağan kar öyle felaket birşey değildi.

''Korku toplumu'' diyor Daniel. Her mevsim, ortaya bir felaket senaryosu atılır. Yakın zamanda domuz gribi hikayesi vardı. Önce umursamasanız da, kenarından köşesinden izlediğiniz haberler kanınıza giriveriyor. ''Ulan'' diyorsunuz, ''Bi de hakkaten öyleyse. Ya korkunç bir grip felaketiyle sarsılırsak! Bi de Amerika'dayız ki, artık silahlı kavga falan çıkar, kimseden bir yardım alamazsınız''. Zaten sağlık sistemi satılmış. Bu civarda dünyanın en zenginleri yaşıyor. Parası olan bir şekilde yine aşısını, tedavisini bulur. Helikopterle kendilerini aldırtırlar. Biz kalırız felaketin ortasında mahsur.

Haber takip ettiğim için ve bunların bi de oturup haberlerini ne yazık ki yıllar boyunca yazdığım için çeşitli felaket senaryolarını, bu senaryoların nasıl büyüyüp bir çığa dönüştüğünü, herkesi paniğe sevkettiğini anlatayım biraz. Bu kentte ilk yazdığım haber, o sırada benim üstüm olan Ümit'in bana layık görüp ''otur sen bunu yaz'' dediği, ''Washington'ı fareler bastı'' haberiydi. Washington Post'ta tam sayfa çıkan bir haber. Efendim, kentin çöp toplama sisteminin çalışmaması, dikkatsizlik vs. derken, artık fareler işi iyice azıtmış, gündüz vakti bile sokakta cirit atar olmuşlardı. İkinci yazdığım haberi de hatırlıyorum: ''Washington'da kuduz yarasa paniği''. Geceleri ortaya çıkan bu yarasalar arasında kuduz vakaları çıkmıştı, haberimiz olsundu. Annem, benim yazdığım haberin Türk gazetelerine yansıdığı gün telefon etti. ''Evladım, kuduz yarasalar varmış Washington'da. Aman dikkat et!''. ''Anne, ben yazdığım o haberi zaten yaa!''.

11 Eylül'ün hemen öncesinde, ''Amerikan sularını tehdit eden köpekbalığı'' meselesi vardı. İşin özü şu, okyanusta yüzerseniz, okyanus bu yani, içinde köpekbalıkları da oluyor, her yaz mevsiminde iki, üç kişi haklanıyor. En iyi ihtimalle kol, bacak ısırılıyor. Aslında bunun haber değeri bile yok. Köpekbalıkları da canlı. Suyun içinde gördüğü hareket eden şeyleri bir ısırıp, yenilir mi yenilmez mi diye tadına bakıyor. 11 Eylül olunca, köpekbalığı konusunun bir daha açıldığını duymadım. Daha büyük bir haber varken, daha büyük bir korku kaynağı varken, köpekbalıklarını kim takar? Zaten bizim Geceyarısı Ekspresi filmiyle bütün Türk milletinin ve Türk polisinin adını dünyada çıkarmışlar 9'a, inmez 8'e misali, Jaws filmi yüzünden de köpekbalıklarının adı çıkmış.

Benim hatırladığım ulusal korku haberlerinden biri de Batı Nil virüsüydü. Bu virüsü taşıyan sivrisinekler sizi bir soktu mu, vay halinize yani. Grip olup ölüyordunuz. Burnu akan hastaneleri doldurmaya başladı. Televizyonda, Washington'ın çeşitli yerlerinde Batı Nil virüsü kapıp mortayı çeken kargacıkların, serçelerin haberlerini izledik. Birgün, Batı Nil virüsüyle ilgili haberleri izleyip, Washington Post'u da okuduktan sonra oturdum bu konuda bir haber yazmaya. Yazarken yazarken, öksürmeye başladım, burnum da aktı. Birden kendimi ikna ettim, kesinlikle Batı Nil vürüsüydü bu. Dikkat edin bir de Nil Nehri'nden geliyor bunlar zavallı Amerikalılar'ın başına musallat olmaya. Efendim acaba birisi kasıtlı mı getirmiş bu virüsü buraya, kuşlar mı taşımış falan da falan türü haberler.

Arkasından Sars çıktı. ''Pis Asyalılar'dan'' çıkmıştı bu kuş gribi. Tonlarca kuş itlaf edildi. Havaalanlarında öksürüp burnunu silenler karantinaya alındı. Birgün sinema zevkimizden hep konuştuğumuz eski bir büyükelçiye Washington sokaklarında rastladım. En son hangi filmi izlediğini sordum. ''Artık gidemiyorum sinemaya. Sars var biliyorsunuz'' dedi. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Ama herkes etkileniyor bir şekilde. Neyin ne kadar doğru olduğunu bilmeyince. 11 Eylül sonrası, şarbon krizi vardı. Efendim, Washington ve çevresinde koca koca apartmanlar vardı. Bunların havalandırma girişlerine şarbon bir atılırsaymış, yüzlerce kişi bir anda ölürmüş. Şehir efsanesi de değil anlattığım. Ciddi gazete, televizyon haberi. Zavallı postacılar öldü, zaten sürekli küfrettiğim, son derece yavaş işleyen Amerikan posta sistemi çöktü. Gidip postamıza dokunamaz olduk. Bizim apartmanda, ameliyat eldiveniyle posta alanlar türedi.

En son domuz gribi paniği, anlatmaya bile gerek yok hepiniz biliyorsunuz. Aşı kuyrukları her yerde. Fos çıktı. Gripten 40 bin kişi ölüyor her yıl bu ülkede zati. Yaşlı insanlara, bağışıklık sistemi iyi durumda olmayanlara yaramıyor grip olmak. Bunun domuzu da kuşu da bir.

Bir ara deli dana meselesi vardı, Kanada'dan Amerika'ya giriyordu bunlar. Dikkat ediniz hep başka ülkelerden geliyor hastalık. Öyle diyorlar burada. Burada hiç hastalık falan olmaz yani, mümkün değil. Muhakkak dışardan gelmiştir. Bu deli dana hastalığından muzdarip hayvanlar Kanada'dan ithal edilmişti. Kesilip afiyetle yenmişlerdi veya yenilmek üzerelerdi. Şimdi bunun etini yiyen insanların beyinleri arıza yapacak ve öleceklerdi. Sonra o meselenin de adı duyulmaz oldu. Beyaz et sektörünün bir komplosu olmalıydı bu bana göre.

Ha bir de zehirli domates ve ıspanak meselesi vardı. CNN'den ayrılan Lou Dobbs diye bir şerefsiz gazeteci vardır. Şerefsiz diyorum, çünkü Meksikalılar'a takmıştı. Amerika'nın başına ne kötülük geliyorsa hepsi Meksikalılar'ın suçuydu. Utanmasa, ''toplama kamplarında yakalım bunları. İş gücümüzü çalıyorlar'' diyecekti. Dobbs, yemedi içmedi, insanı hasta eden domateslerin geldiği yerin Meksika olduğunu buldu! Ne kadar doğru bilemeyeceğim, çünkü Dobbs, kılı dönse Meksikalılar'dan biliyor. Her gün her gün biz bu adamı dinledik akşam haberlerinden önce Amerikan CNN'inde. Meksikalılar, ağızları var dilleri yok, eşekler gibi çalışırlar, para yaparlar, Amerikan ekonomisine katkıda bulunurlar, bir de böyle deli gazetecilerden laf işitirler. Neyse Dobbs benim kanımca, CNN'den kovuldu ama burada kuraldır, birini kovunca, ''biz kovduk, canı cehenneme'' demezler hayatta. Güzel bir kılıf bulurlar. Lou Dobbs'ın son iddiası şuydu. Dobbs'ın karısıyla birlikte New Jersey yakınında oturduğu evine, otobandan geçen bir kamyonetten ateş edilmiş, tek bir tane kurşun duvara saplanmış. Dobbs suçu kimden bildi dersiniz? Tabii doğru tahmin ettiniz! Meksikalılar! Aslında Meksikalı birisi yaptıysa şaşırmam ama Dobbs'a, benim gibi Meksikalı olmayanlar da sinir oluyordu. Dobbs'ın asıl araştırması gereken, taze domatesin adını kötüye çıkarıp konserveye yüklenilmesinden çıkarı olanlar olmalı. Bizim mesleğin her meseleye uyan en basit sorusu şudur: ''Cinayetten kimin çıkarı var?''. Muhtemelen katil odur çünkü.

Şimdi bizim eve temizliğe gelen Yliana Perulu. Onun yardımcısı da Guatemalalı. Yliana, her eşya için güzel bir yer buluyor kendine göre. Ben elime geçeni sağa sola atarım. Fotoğraf makinasının adaptörü, internet adaptörü, dijital ses dinleme cihazı gibi minik minik ve fakat benim mesleğim için çok kilit aletler, ne zaman temizlik olsa, bir yerlere giriyor. Başbakan'ın Aralık ayındaki son Washington ziyaretini izlemek için evden çıkmadan çantamı hazırlarken, dışarda çalışırken kullandığım internet adaptörünü hiçbir yerde bulamadım. Neredeyse ağlayacağım. Daniel ile evin altını üstüne getirdik. Daniel bana soruyor: ''En son ne zaman kullandın?''. Yeminler ediyorum, ''Valla herşey gibi çalışma masamın üzerindeydi. Şuraya sol tarafa koymuştum. Çok iyi hatırlıyorum'' diye. Yaklaşık bir saatlik aramadan sonra, çocukluk yöntemine başvurdum. Herzaman işe yarar. Şöyle bir tekerleme söylüyorsunuz, ''Şeytan aldııı gööö tüüür düüüüüü, saaa taaa maaa daaaan geee tiiir diiii, şeytan aaaldıı....'' Sır aslında tekerlemede değil. Kulaklar dikilmiş, gözler açık ve sanki başka bir görünmeyen hissiyat da açılıyor. Çalışma masamın üzerinde süs olarak duran, hiçbir zaman kapağını açmadığım küçük kutucuğun kapağını kaldırıyorum. Adaptör üzeri 409'la silinip parlatılmış haliyle bana göz kırpıyor. Eyyooo! O günden bugüne, biraz Lou Dobbs'ın da katkısıyla, ne zaman birşey bulamasak ve bunun sorumlusunun da Yliana değil biz olduğumuzu çok iyi bilsek de, biraz şakayla karışık şöyle konuşmalar geçiyor bizim evde:

Daniel: ''Did you see my sports shoes?'' (Spor ayakkabılarımı gördün mü?)
Deniz: ''It should be in the closet''. (Dolapta olmalı)
Daniel: ''Nope. But I know what happened to them'' (Hayır. Ama onlara ne oldu biliyorum)
Deniz: ''What?'' (Ne?)
Daniel: ''Mexicans!'' (Meksikalılar!)

Gelelim yine kar meselesine. Marketlerde niyeyse tuvalet kağıdı bitiyor ilk önce! Yani ileri görüşlülüğün böylesi. Kar yağacak, yollar kapanacak, markete mal getiren araçlar işlemeyecek ve kapış kapış giden tuvalet kağıdı biterse, aman Tanrım popomuzu neyle sileceğiz? Çok kilit bir mesele. Aman suyla yıkarım, elimi de yıkarım derseniz, haha çok yanıldınız. Burada, taharet musluğu (korkunç bir laf, yazarken içim fena oldu, sanki burnuma otobüs mola yeri tuvalet kokusu bile geldi) denilen şey yok tuvaletlerde. Eğer çok zenginseniz! ve evinizi siz falan yaptırdıysanız, bir numara ve iki numara için kullanılan klozetin yanına bir de yavrusundan koyuyorlar. O yavru klozet sadece popo yıkamak için. Musluğa da bide deniliyor. Popo temizliği zenginlere mahsus, ayrıcalıklı bir durum.

Şimdi diyelim ki, birgün uyandınız, arabanız boydan boya balçık çamurla sıvanmış. ''Kim yaptı lan, eşşoleşekler!'' dediniz, sıra geldi zararı temizlemeye. Elinize bir rulo tuvalet kağıdı alıp temizleyin bakalım ne olacak? İşte tuvalet kağıdıyla poponuzu silerseniz, orada da öyle bir manzara kalır bence. Sonra da, ''aman bu Araplar sokak ortasında kaka yapıyor, çok pisler'' falan der batılılar. Doğru aslında. Ben Kahire'de bizzat gördüm. Ama adam, valla neresinden çıkardıysa, hani şu Arap Kadri'nin ibriği gibi birşey çıkarıp suyunu döktü ve yıkadı poposunu. Tek sıkıntı, şehir merkezindeki, heykeltraşın bıyıklarını yapmayı unuttuğu aslanların hemen altında bu işlemi yapıyor olmasındaydı. Entari giyince, özel yaşam da gizli tutulabiliyor böyle durumlarda hem.

Bir yandan camdan kar gibi bembeyaz yağan bir şeyi izlerken ve kar romanı diye başlık attığım bir yazı yazarken, nasıl oldu da konuyu boka getirdim, valla bilmiyorum. Mecburen başlığı, yazıyı btirdikten sonra değiştiriyoruz yine. 30 inç kar yağarsa ve yiyecek ekmeksiz kalırsak, ben de bunun hesabını Meksikalılar'dan sormaz mıyım!






Bir kitap okuyorum. Uzun zamandır okuduğum en iyi kitap. Çiğdem tavsiye etti. İçinde masallar var. Masalların yorumları ise kadınların hem yüzeyde gördüğümüz hem de görünmeyen yüzüne, o herşeyin içinden çıktığı, herşeyin beslendiği büyük sessiz boşluğa işaret ediyor. Kitaptan bazı şeyleri anneme de anlatırken ve bir yandan da google'dan ''acaba Türkçeye çevrilmiş mi?'' diye bakarken, gördümki evet, Türkçesi de var. Her gençkıza lazım. Ben yerinizde olsam gider okurdum.

Kitabın adı ''Women Who Run With The Wolves''. Meali, ''Kurtlarla Koşan Kadınlar''. Yazarı Clarissa Pinkola Estes. Alt başlıkta ''vahşi kadın arketipi'' gibi bir şey daha var. Amazon'dan ısmarladığım kitabı elimde gören Daniel, ''nedir o?'' dedi merakla. Başlığını görünce de şöyle bir gözlerini devirdi. Kimbilir yine ne çoraplar örecektim başına. Ama merak da etti, ne ola ki bu vahşi kadın arketipi yani, değil mi ama? Ve bu kitabı okuduktan sonra bulanan kafamla kimbilir ne parlak fikirlerle ortaya çıkacaktım. Aynen de öyle oldu. :)

Önce hızlı hızlı okudum. Su içer gibi. Masalsı anlatım çok çarpıcı. Masallar aklınızda kalıyor. Yaşadığınız deneyimlerle nasıl çakıştığını görünce ve sizin benzer durumlarla karşı karşıya kaldığınızda ne yaptığınızı masal kahramanıyla karşılaştırınca çok şaşırıyorsunuz. Bana göre bütün masallarda temel fikir, kadının o sihirli, herşeyi yaratan kendi iç dünyasıyla temasını koparması veya iç dünyasına dönmeyi sık sık ertelemesinin, farkındalığını askılığa asıp sürekli dış dünyada yaşamasının ne kadar tehlikeli olduğu üzerine. Macera dolu hayatımız boyunca düştüğümüz tuzaklara işaret ediyor yazar. Bence çok harika bir ismi olan Clarissa Pinkola Estes'i burada alnından öpüyorum. Her masalın bir kenarında kendimi, arkadaşlarımı, annemi buldum. Bu özellikle bir kadın kitabı da değil, onu da söyleyeyim. Biraz kadınlar hakkında fikir edinmek istiyorsanız, ''ay bu kadınları anlamak imkansız'' diyenlerdenseniz, bu kitapla içinize azıcık ışık doğabilir. O ışık, kendi hayatınız kadar etrafınızı da aydınlatan bir şeye dönüşebilir. Ama anlayana tabii.

Kadınlar, toplumun çok ciddi haksızlığa uğrayan kesimi. Kadınların koşullarının iyileştirilmesi için bunca çaba da bu yüzden. Dün internetteki Türk gazetelerinden bir haber okudum. Dram. Daniel'a da anlattım. Muhafazakar bir aileden gelen bir genç kadın, biri zorla evlendirildiği adamdan, diğeri de sevgilisinden olan ikiz erkek bebekleri dünyaya getiriyor. Habere göre, sabah kocasıyla, akşam sevgilisiyle beraber olmuş. Şüphelenen koca DNA testi yaptırıyor ve ikiz bebeklerden sadece birisinin babası olduğu ortaya çıkıyor. ''Kendi bebeğini'' alıyor. Diğer bebek, anne kendine bile bakacak durumda olmadığı için kimsesizler yurduna veriliyor. Dahası kadın, peşine düşen erkek akrabalarından kaçmak zorunda. Yakalanırsa, ''aile namusuna sürdüğü lekeyi'' temizleyecekler. Daniel en çok bebeğin babasının, kendi oğlunu, ikiz kardeşinden nasıl mahrum etme hakkını kendinde gördüğüne şaştı. Ben, kendisini yaptığı hatalarla bu korkunç dramın içinde bulan kadına ve yetimhaneye verilen bebeciğe üzüldüm, resmen kalbimden kan aktı. Dünden beri bunu düşünüyorum. Kadınlar ezildikçe, kendi içlerindeki yaratıcı gücü keşfetmelerine izin verilmedikçe, desteklenmedikçe bütün toplum bunun acısını çekecek, bu acılar bir şekilde herkese dokunacaktır.

Kitaptaki masalların değindiği tonlarca kadın problemi var. Bunlar iç dünyamızda olup bitenlerin dışarı yansımasına ilişkin şeyler. Daha kitabı bitirmedim ama buraya kadar, beni en çok etkileyen bölümün ''hanım kız olma'' ve ''pençeleri sökülmüş olma'' ile ilgili olduğunu söyleyeceğim. Hepimizin şu ya da bu şekilde muzdarip olduğu bir mesele bu. Haksızlığa reaksiyon gösterememek ve hatta resmen işkenceye dönüşen bir durum karşısında bile ''savaş veya kaç'' temel tepkisini verememek. Kitapta anlatılan önemli bir psikolojik araştırma var. Bir köpeği kafese koymuşlar ve kafesin sağ tarafına elektrik vermişler. Köpek bir zaman sonra o tarafa gitmemesi gerektiğini öğrenmiş. Bunu öğrendikten sonra kafesin sol tarafına elektrik vermeye başlamışlar. Köpek bu kez, artık o tarafa gitmemesi gerektiğini öğrenmiş. Testin bundan sonraki kısmı çok enteresan. Bilimadamları, bu sefer kafesin her yerinden gelişigüzel şekilde elektrik vermişler. Köpeğin tepkisi şoke edici. Ne yaparsa yapsın bu herhangi bir yerden gelecek elektrik şokuna karşılık veremeyeceğini anlayan köpek, umutsuzluk içinde yere uzanıp kalmış. Kafesin kapısını açtıklarında kaçmasını beklemişler. Ama öyle bir umutsuzluk içine düşmüş ki köpek, kaçmaya kalkışmamış. Yani, gelişigüzel gelen elektrik şokuyla yaşamayı öğrenmiş! Yani, anormal bir durumla yaşamayı öğrenmiş. Kaçma refleksini bile unutacak kadar!

Estes diyor ki, işte kadınların yaptığı da buna benziyor. Kötü davranış, ilk keresinde bir şoka neden oluyor. İkincisinde daha az bir şoka ve zamanla alışıyorsunuz. Bu toplum tarafından üzerimize dayatılan imaj nedir? Kadın yumuşak olmalı, kadın hanımefendi olmalı, ölçülü davranmalı, kavgaya eğilimli olmamalı, herkese hoşlukla davranmalı. Ama Estes'e göre bu doğal değil. Doğada mesela kurtlar, sahip oldukları şeylere bir tehdit ortaya çıktığında ya o diyardan gidiyor, ya da kıyasıya savaşıyorlar. Kadınların ise, pençeleri sökülmüş. Kabaca kitaptan çevirdiğim şöyle bir bölümü aktarıyorum doğrudan:

''Aşırı iyi olmadaki problem, tsunami gibi, büyük bir dalga gibi yükselmesi ve birgün önündeki herşeyi yıkıp geçmesi. İyi olmak adına bir kadın çarpık ya da kendisine zarar veren bir düzene gözlerini kapatabilir ve bununla yaşamaya çalışabilir. Bu anormal durumu kabul etme çabaları, tepki gösterme, bir konuya işaret etme, değiştirme, doğru ve adil olmayan üzerinde bir etki yapmaya yönelik içgüdülerine de zarar verir. İçsel veya dış dünyasını tehdit eden bir durum karşısında bir kadının hala iyi ve düzene uygun hareket etme çabası, o kadını ruhsuzlaştırır. Bilgiden ve harekete geçme yeteneğinden yoksunlaştırır.''

Ben, kendisine çok çok kötü davranan eşlerinin tutumuna bile ''ama o da çok yoruluyor, çok stres altında'' diye bahane bulan kadınlara tanık oldum. İyi insan olmak, kötüye uymamak adına haksızlığa uğradığım bazı durumlarda ''büyüklük bende kalsın'' diye tepki göstermediğim oldu. Pençeleri sökülmüş hanımkızlarız biz.

Kitabı okurken okurken, ben o pençelerin yeniden yerinden çıktığına şahit oldum. O yüzden, hepiniz ayağınızı denk alın! Benim en sessiz, en düşünceli, karıncaları incitmeden yolda nasıl yürümesi gerektiğini tartan canım arkadaşım Yelda'ya bile ''Yelda bak böyle bir kitap okuyorum, ayağını denk al haaa!'' dedim. Ona böyle birşey söylemem tabii çok ironik olduğu için güldük.

Beni etkileyen masallardan biri Vasalisa oldu. Cinderella'ya benziyor, oradaki gibi Vasalisa'nın bir üvey annesi ve üvey kızkardeşleri var. Vasalisa, kötü kalpli üvey annesinin dediklerini yaparsa, kıskanç üvey kızkardeşlerle iyi geçinebilirse, içine düştüğü bu durumdan çıkabileceğini zannediyor. Kıskançlığın gücünü görmezden geliyor. Üvey anne ve kızkardeşleri, sözde sönen evin ateşini tazelemek için onu ormana bir cadının yanına gönderirken de gözünü bile kırpmadan yola çıkıyor. Onların her dediklerini yaptığı için. Ama üvey anne ile kızkardeşlerin umduğu, cadının Vasalisa'yı öldürmesi. Vasalisa, ormanda kazandığı deneyimler sayesinde öyle bir bilgiye sahip oluyor ki, evine geri döndüğü zaman, o bilginin ışığında üvey anne ve kıskanç kızkardeşler kül oluyorlar, Vasalisa üzerinde etkileri kalmıyor. Sembolik masal, iyilikle herşeyin üstesinden gelinebileceği saflığından vazgeçip gerçekleri görmeye, kötünün varlığını kabul etmeye ve ona uygun şekilde davranmaya davet ediyor sizi. Bu demek değil ki, illa kılıçları kuşanalım, savaşalım. Kötüyü, onun zulmüne katlanıp iyilik yapa yapa yeneceğiniz saflığını elden bırakmanızı öğütlüyor bu masal.

Gerekirse kılıç kuşanmasını da bilmek lazım. ''On Soruda Dalai Lama'' diye bir film izledik geçenlerde Daniel ile. Ben Dalai Lama'yı birkaç sene önce Washington'a geldiğinde tesadüfen gördüm. Bende çok derin iz bıraktı, o yüzden anlatayım. Amerikan kongre binasında bir toplantı izledim. O gün haber bakımından çok yoğun bir gündü. Bir haberden koşa koşa çıkıp kongreye gelmiş, zor bela, bu önemli haberin fotoğrafını çekmiş, ardından haberimi yazabileceğim yakında bir kafeye nasıl en çabuk gidebileceğim düşüncesiyle, kafamda ve kalbimde türlü sıkışıklıklarla kongrenin önündeki kocaman beyaz merdivenleri ikişer ikişer zıplayarak iniyordum. Birden o Budistlere özgü marun rengi kıyafetli insanı gördüm. Gözünde gözlükleri, gülen yüzü. Etrafında ona sevgiyle saygıyla davranan birkaç yardımcı insan. Bir tekerlekli sandalye getirdiler. Dalai Lama yaşlıydı, bütün gün programından yorulmuş olmalıydı. Amerika'da mekanlar o kadar büyüktür ki, yürü yürü bitmez. Bu adamcağızın, kongrenin o geniş meydanlarını, geniş koridorlarını yürüyerek geçmesi tabii realistik değil.

Dalai Lama beni görmedi bile. Ama ben ona öyle bakakaldım. Karşımda müthiş bir ayna olmuştu bu kırılgan, şefkat dolu bir ışık saçan adam. Ben, pis Washington kentinin, karışık, kirli, çıkarcı insanlarının arasında kendi işimi çabuk yetiştirme kaygısıyla, ne gelen baharı görüyordum ne de kendi insani ihtiyaçlarımı önemsiyordum. Ruhumu besleyen şeylerden çok ama çok uzaktım. Hızla koştururken duvara çarpmıştım. Bu adamla benim gittiğimiz yolun tezatlığı müthişti. Dalai Lama çoktan kongre binasına girmişti. Ben, merdivene oturup kaldım ve ağlamaya başladım. O gün hayatımda bir dönüm noktası oldu. Ara sıra durup nereye gittiğinize, neyi neden yaptığınıza bakmak çok önemli.

Şimdi gelelim filme. Dalai Lama'ya filmde şöyle bir soru soruluyor: ''Siz, şiddete karşısınız. Budizm felsefesi şiddetin karşısında. Ama hiç mi kendimizi savunmayacağız? Diyelim ki birisi eline taşı aldı, niyeti de kötü, üstümüze doğru geliyor''. Dalai Lama'nın cevabı beni şoke etti. Dedi ki, ''Kendini savunmak senin birinci görevin. Eğer başka yol kalmadığına inanıyorsan, canına kastediliyorsa karşı saldırıya geçmelisin''. Artık bu hayatınız mı olur, evlatlarınız mı yoksa kocanız mı olur, yoksa eviniz mi, yoksa oturduğunuz topraklar mı olur, yoksa fikirleriniz mi olur, bir kasıt varsa, bir tehdit varsa buna karşı gerektiğinde pençeleri çıkarabilme gücünü içinizde bulabilmeniz dileğiyle diyorum. Cinderella akıllandı artık. Çok yaşa Vasalisa.


















*Özgür abinin ilkokuldaki sınıf arkadaşından alıntı

Amerika'da, herşeyde olduğu gibi, hamilelik ve anneliğin de bir suyunu çıkarma durumu var. İkisi de çok güzel, çok kutsal ama bugünün Amerikasında kızlar, süper anne, süper kariyer kadını olmak üzere programlanıyor. Ondan sonra da neresinden toparlarsan toparla, ne kadar erken kalkarsan kalk, bir yeri eksik kalan hayatlarında neden mutlu olamadıklarını düşünüp duruyor, terapistlerin peşinde koşuyorlar. Bu akım, buradan başka yerlere de yayılıyor.

Hakikaten bazı kızlar vardır, ''girly girl'' diyelim yani ''kız gibi kız''. Daha yeni konuşmaya başladıklarında sorarsınız. ''Büyüyünce ne olmak istiyorsun?''. Cevaplar çok benzerdir: ''Prenses olmak istiyorum, gelin olmak istiyorum, anne olmak istiyorum''. Özgür'ün ilkokuldaki sınıf arkadaşıydı, ''ne olmak istiyorsun?'' sorusu sorulduğunda ayağa kalkıp, o sıralarda okudukları bir masaldan esinlenerek, ''ben püsküllü prenses olmak istiyorum'' demiş, bütün sınıfı kahkahalara boğmuştu. Bunu hatırladıkça hep gülerim. Prenses olmak istiyorum ama öyle aleladesinden olmaz, püskülü de olsun! Günümüzün kadını olarak hepimizde bir, püsküllü prenses olma çabası var az biraz. En harika anne biz olalım, çocuğumuzu süper yetiştirelim, onun hep yanında olalım, evimiz tertemiz olsun, kariyerimizde dorukta olalım, incecik olalım, güzel giyinmesini bilelim, en güzel, en sağlıklı, en değişik yemekleri biz pişirelim, aile bütçemizi en hesaplı şekilde idare edelim, en güzel misafir ağırlayan biz olalım, sosyal faaliyetlerde bulunmaya vakit ayıralım, sinemadan, müzikten, son çıkan kitaplardan, en son televizyon kültüründen anlayalım, seyahat edip yeni yerler görelim, kocamıza meyva soyup getirelim, ''kalan vaktimizde de!'' hep yazmayı tasarladığımız romanımızı yazalım. Tabii tabii. Püskülsüz olmaz. Bu püsküllü prenses durumu, Amerika'da epey bir azıtmış durumda. Resmen sosyal baskı var. Bir tanıdığım, bir gün gecenin üçünde kendisini buzdolabındaki yağlı parmak izlerini ovarken bulmuş. Sabah altıda kalkması, çocukları okula hazırlayıp işe gitmesi gereken bir kadın. O zaman düşünmüş kendi kendine, ''ben deli miyim, buzdolabındaki parmak izleriyle boğuşurken kendime hiç zamanım kalmıyor'' diye. Benim yazılacak yazım varsa, biliniz ki bozdolabının kapağında yağlı parmak izleri duruyordur. :) Yazı yazanlar bir tercih yapmak zorunda.

Eğer ''girly girl'' değilseniz, güçlünün yanında olmayı özlemlemişsiniz demektir. Erkek egemen toplumda yaşıyoruz. Çocuk etrafında gördüğü kişileri model alıyor. Ben mesela, babam gibi olmak istemişimdir. İşim olsun, para kazanayım, kitap okuyayım, ev idaresini, çocuk bakımını vs de başka birisi (annem) yapsın. Dün ''American Baby'' diye bir dergide şunu okudum. Bir kadın, anaokuluna giden kızıyla evcilik oynarken, ''hadi şimdi rolleri değiştirelim, ben bebek olayım, sen anne ol'' demiş. Kızından aldığı cevaba bakın: ''Ben anne olmam, baba olmak istiyorum, anneler çok yoruluyor!''. Aynen durum o durum. Anneniz sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan, çok yorulan ama en yorgun olduğu zamanda bile gidip yemek hazırlayan kişiyse, baba olmayı istemeniz doğal. O yüce ''ben işe gidiyorum para kazanıyorum!'' cümlesi, aslında kolay bir çıkış yolu. Gelelim Amerika'ya. Burada öyle kesin ayrımlar yok. Kadınlar özgür! Neresi özgür, tabii ki değil. Eşitlik var, biz de çalışıyoruz. Ama annelikten gelen duygu, çocuklarını koruyup kollamak. Öncelik bu. Gözü yaşlı anneler, çocuklarını binbir zorlukla bakıcılara teslim edip, sonra da bakıcı parasını karşılamaya ancak yetecek paralar kazandıkları ve streslerine stres kattıkları işlere gidiyorlar. Sonra da eve dönüp temizlik ve yemekle uğraşıyorlar. Sanmayın ki, bunların sözde modern kocaları, işten eve döndüklerinde ev işlerine, çocuk bakımına katkı sağlıyor. Bir hatun, ''yahu bebek doğduğundan beri adam bir kez bez değiştirdi, bu kadar da olmaz'' diye ağlıyor. Bence de, bu kadar insafsızlık olmaz.

İşte bu herşeyde en başarılı olma güdüsün çocuğumu en iyi ben yetiştiririme nasıl dönüşüyor bunu biraz irdeleyelim. Ben itiraf edeyim, reklamlara kolayca kanan birisiyim. Birşey göreyim, okuyayım, bana öyle geliyor ki, eğer o şeyi almazsam veya verilen öğüt neyse hemen uygulamaya koymazsam zannediyorum ki hayatım kararacak. Çok safça birşey. Genellikle çok geç olduktan sonra yaptığımın farkına varıyorum. Şimdi tabii yeni bebek sahibi olduk, artık ağına düştüğüm tuzakların hesabı yok. Gittik ''Zen'' salıncak aldık Timuçin'e mesela. Üç kere sallandı, şimdi oraya doğru yaklaştığımızı görünce çığlığı basıyor. Hiç sevmedi. Salıncağın müziği var, bebeğin beyin gelişimini etkiliyormuş falan da filan. Müzik başlıyor ve bir iki dakika içinde Timuçin, kafasını sağa sola sallayıp ıkınıp sıkınmaya başlıyor. Belki de klasik müzik sevmiyordur! Sonra bir anneler forumunda okudum ki, bu salıncaklara ''neglect-o-matik'' diyorlarmış. Yani çocuğunu fazla umursamayan, kendi işine bakmak isteyen anneler, bu pille çalışan, titreşip sallanan nesnelere çocuğu emniyet kemeriyle bağlayıp, müziği de açıp bütün gün canının istediğini yapıyormuş. Ama çocuk ihmal edilmiş oluyormuş. Çocuk yetiştirme konusunda her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. O yüzden en sonunda hiçkimseyi dinlemeyip en iyi bildiğimiz şekilde, en aklımıza yatan şekilde davranmaya çalışıyoruz.

Çocuk büyütme konusunda birbiriyle çatışan seksen tane akım var. Bir tanesi Ferber metodu mesela. Üzerinde en çok tartışılan, ''cry it out'' yani ''bırakın bebe ağlasın, eninde sonunda susacak, sızıp uyuyacak'' metodu. Bir de bunun tam karşısında bir grup var ki, bebeğin daha ağlamaya hazırlandığını hissettiğiniz anda yatağından kapıp kucağınıza alıyorsunuz. Geçen gün yeni annelerin katıldığı bir internet forumunda şöyle bir kavgaya şahit oldum. Birisi bir soru ortaya atmış, ''kaç kişi bebeğiyle aynı yatakta uyuyor?''. Bebeğin anne babasıyla aynı yatakta uyumasına, ''co-sleep'' diyorlar. Cevaplayan yüz kişiden benim hesabıma göre sadece üç kişi, bebeğiyle gece aynı yatakta uyumuyor. Ben de bebeğimi yatağımda yatırmıyorum. Co-sleep yöntemini tutmayan annelerden bir tanesi, ''ben bundan biraz korkuyorum. Bir tanıdığımın bebeği anne babası tarafından uykuda ezildi. Cesaretim yok. Ama bunun yapılmasına karşı da değilim'' diye yazmış. Şimdi bu forum kavgaları da çok alem oluyor. İnsanlar yüz yüze olsa böyle kavga edemezler. Bir cadı hatun, hemen saldırıya geçmiş: ''Böyle bir şeyi nasıl yazabilirsin? Burada bebeğiyle uyuyan bir sürü insan var, hepimizi endişelendiriyorsun. Ayrıca ben de birisini tanıyorum. Bebek odasında uyuttukları bebeği sabahı çıkaramamış. Halbuki aynı yatakta olsaydı anne babasıyla uyuyor olsaydı, belki anne babası bir problem olduğunu farkedip müdahale edebilirdi''.

Aslında Amerika'da kavga etmek, ağız dalaşına girmek çok ayıp sayılır. Bir yerde bir kızgınlık belirtisi gösterin, herkes ayıplar. Bu işin medeni yolu, herşeyi konuşarak çözmektir, en büyük anlaşmazlığı bile. Türkler gibi tezcanlı insanlar böyle ortamlarda çok rahatsız oluyor. Biz ne yaparız? Yumruk atarız, sandalye fırlatırız, küfrederiz, çok can sıkacak bir laf sokarız. Kimse de ayıplamaz. Burada, gayet insani bir duygu olan kızmak ayıp olduğu için, zavallı Amerikalılar kinlerini içlerinde biriktire biriktire bir volkan misali her an patlamaya hazır sokakta dolaşıyorlar. O yüzden ben hiç bulaşmam, en sakin görünen Washingtonluya bile. Mesela şöyle bir haber hatırlıyorum. Otobanda iki kadın sürücü, yol verdin vermedin diye kapışmış, bir tanesi diğerini sollarken el işareti yapmış. Bunun üzerine öbürü, ''kenara çek çabuk'' diye işaret yapmış. Bunlar otobanda kenara çekiyorlar, arabaları arka arkaya park ediyorlar. Bir tanesi bagajdan silahını kapıyor, gidip diğer kadını, çat diye kafasından vurup öldürüyor. Sonra katil kadının Washington Post'a, ''bunu yaptığıma hala inanamıyorum'' diye demeci vardı. Ben inanırım.

Bilirsiniz bu ülke, silahı eline kapanın bir yer basıp orada hasbel kader oturanları gelişi güzel vurduğu bir yer. Adam doluyor doluyor, gidiyor bir McDonalds'a, bir Starbucks'a, artık önüne kim gelirse. Washington'da böyle olay mahalleri vardır. Kentin eskileriyle dolaşırsanız size anlatırlar, o sırada kahve almaktasınızdır, ''burada 1995'te çok meşhur bir silahlı baskın olmuştu, üç kişi ölmüştü'' diye. Ben Washington'a geldiğim sıralarda suç oranı korkunç durumdaydı. Şimdi şimdi biraz azaldı. Birgün Ümit'le haber peşinde koştururken bir kafede yemek molası vermiş, gazeteye göz atarken de ''bu yıl içinde Washington'da şu ana kadar 500 cinayet işlendi'' haberini okumuştuk. 500! Ve aylardan Nisan, bunu okuduğumuz zaman.

Bebek Giyen Anneler

Şimdi ''bebek giyenler'' diye bir sosyal kitle var bu ülkede. Amazon'dan bir kitap aldım. Adı, ''Taşı Beni''. İçinde İngiltere, Hindistan, İskoçya, Kenya, Ekvador, Amerika, Çin, Rusya, Peru'da anne ve babaların bebeklerini gerek sepet içinde, gerek sırtta, gerek göğüste renkli renkli, türlü çeşit kumaşlara, battaniyelere sararak ya da son teknoloji bebek taşımak üzere yapılmış nesnelerle nasıl taşıdıklarını gösteren resimler var sadece. Küçücük bir kitap.

Bizim eve temizliğe gelen Perulu Yliana, kitabın kapağını heyecanla bana göstererek, ''işte benim ülkemde bebekler böyle taşınıyor!'' dedi. ''Bu kumaş Peru'dan!''. Bebeğini, işlemeli bir örtüyle sırtında taşıyan Perulu bir kadının resmi var kapakta. Yliana, Guatemalalı arkadaşıyla birlikte geliyor ve iki buçuk saatte evi tertemiz yapıp çıkıp gidiyor. Ben evin temizliğini başkasına yaptırmayı sevmeyenlerdenim. Ama hamileliğimin sekizinci ayında, hiçbir iş yapmayı başaramadığım için mecburen temizlikçi arayışına girmiş ve bizim mahalle marketinde ilanını gördüğüm Yliana'nın numarasını not etmiştim. Şimdi de bebek doğduktan sonra, yine temizlik işlerine zaman ve enerji harcamak kadar zor bir şey olmadığı için Yliana'yı arada büyük temizlik işi için çağırıyorum. Bana, ''Misis Deniz'' diyor hep. Çok güleryüzlü, incecik, güzel ve akıllı bir hatun. Her gelişinde, ''Misis Deniiiz, oğlun çok yakışıklı, güzel yanakları var'' diyor.

Benim ilk elime geçen bebek taşıyıcı Baby Björn. Bazı şeyler var ki, onları hemen kullanmak istiyorsunuz. Bana da bu minik aleti elime aldığımda öyle olmuştu. Hadi hemen doğsun şu bebek de, Baby Björn'ün içine koyayım, gezmeye çıkayım. Timuçin doğduktan sonra, bu bebek taşıma işine iyice merak sardım. Daniel ben hamileyken, ''Sleepy Wrap'' diye birşey almıştı. Metrelerce uzun, genişçe bir şal gibi, streç bir kumaş düşünün. Onu kullanarak bir şekilde bebeği vücudunuza sarıyorsunuz. Değişik sarma yöntemleri var. Youtube'dan bunların türlü çeşidini bulmak mümkün. Tabii Youtube, Türkiye'de kapalı. O tamamen ayrı bir konu ve benim için çok can sıkıcı bir konu. Youtube, elim ayağım diyebileceğim kadar çok kullandığım bir şey. Grip olunca netipod denilen nesneden nasıl burna tuzlu su akıtılır, bebeğin tıkalı burnu nasıl temizlenir gibi sorularım olduğunda bunları Youtube'dan izleyerek öğreniyorum ben. Gitmeden, sarma yöntemlerini iyice bir öğrenip ezberlesem iyi olacak.

Sleepy Wrap, yeni doğmuş bebekleri taşımak için çok yararlı. Ama üçüncü ayı tamamlarken, bebeğin ağırlığı da arttığı için, bu streç kumaşı kullanması zorlaşıyor. Yerine ''woven wrap'' denilen ve streç olmayan başka bir kumaşı kullanmaya başlamak gerekiyor. Bunlar daha sağlam dokunmuş ve vücut yapınıza göre istediğiniz uzunlukta alabiliyorsunuz. Ben de gidip kendime kırmızı çizgili bir kumaştan, Fransız yapımı bir sarma aldım. Postadan çıkmasını heyecanla bekledim. Kutu, tam doğumgünümde ulaştı. İçinden, ekstra bir paket de çıktı. Bebeklerin bacaklarını sıcak tutsun diye çorap gibi birşey. ''Aa ben bunu ısmarlamadım ki'' derken derken, faturamın üzerinde ''Merhaba'' diye Türkçe başlayan bir not gördüm. Neboulle denilen bebek sarma kumaşını ısmarladığım ''Slings I Love'' adlı şirketin sahibi Giselle, Bora adlı bir Türkle evliymiş. Çift, bebek taşıma işinin yararına inandığı için, kendilerini bu işe adamış. Giselle ve Bora'nın notu ve hediyesi çok hoş bir sürpriz oldu. Yani öyle bebek taşıyıcısı almaya niyetiniz varsa, Amerika'da yaşayanlar için söylüyorum, gidin Giselle ve Bora'dan alın. Google'dan bulursunuz ''Slings I love'' diye.

Bebeği bu şekilde üstünde taşıma işlemine ''bebek giyme'' diyorlar burada. İnternette on yüz bin tane forum, grup var. Benim üyesi olduğum gruplardan birinde Baby Björn'den nefret ediliyor. Bunu kullanan anneler, babalar şiddetle kınanıyor. Niye diye soracak olursanız da, ''sizi birisi, bütün ağırlığınız bacak arasında toplanacak şekilde sarkıtarak taşısa hoşunuza gider miydi? Aynı şeyi bebeğinize yapmaya nasıl kıyıyorsunuz?'' diyorlar. Bunu okuyunca tabii, ''Allahım ben ne kötü bir anneyim, yeterince araştırmadan bunu kullandım'' diye uykularınız kaçıyor. Yine de şunu söyleyeyim. Bu annelerin Baby Björn hakkındaki tespiti ne kadar doğru, bilemiyorum. Bizim grupta tavsiye edilen, bebeğin ağırlığının popoda toplandığı türde bebek taşıyıcıları. Yani Ergo, Beco, Baby Hawk veya herhangi bir woven wrap.

Benim aldığım Neobulle woven wrap, 4.6 metre uzunluğunda. Boyumuza uygun. Böylece değişik taşıma stillerini denemek de mümkün. Timuçin'in ilk tepkisi, ''ulan yine başımıza ne haltlar açılıyo, ne oluyoruz?'' mealine geldiğini zannettiğim bir ağlama şeklinde oluyor. Beş metreye yakın kumaşı ve ağlayan, sizin yapmaya çalıştığınız şeye direnen çok hareketli bir bebeği aynı anda idare edip, Youtube'dan izlediğiniz sarma yöntemini hatırlamaya çalışmak sizi kan ter içinde bırakıyor. Ama üç kereden sonra, artık bu işin uzmanı oluyorsunuz. Aynı sarma yöntemi üzerinde bir süre çalışmak işe yarıyor. Pratik kazandıktan sonra ise, bu kumaşa sarılı, annesinin göğsüne başını yaslamış olan bebek beş on dakika içinde uyuyuveriyor. Yani zahmetlerinize değiyor. Son günlerde, bizim apartmanın uzun koridorunda Timuçinle böyle iki veya en fazla üç tur atıyorum, bir bakıyorum bebek çoktan uykunun derinliklerine kaymış gitmiş. Hatta çıt çıksa uyanan çocuk, başının üstünde telefonla konuşan annesine bile aldırmıyor.

Bizim bebek giyenler grubunun bazı üyeleri çok hassas. Markette, yolda bazı insanlardan gelen yorumlara canları sıkılıyor. Mesela bir adam, ''9 ay taşımak yetmedi mi'' demiş, bebeğini böyle sarıp sarmalayarak taşıyan bir anneye. Bazıları üç, dört yaşındaki çocuklarını bile taşıyor. Forumda günlerce bunun tartışması yapılıyor, o yorumu yapan adam topa tutuluyor. Özetle, Avrupa'da başlayan ve Amerika'da da son on yılda giderek yaygınlaşan bebek giyme, çocuğunu sevip sevmeme meselesi haline bile getiriliyor. Son yıllarda Amerika'da, yeni doğmuş bebeklerin, anne babaları tarafından araba koltuğunda taşındığını görüyorsunuz. Mesela doktora gelen bebeklerin yüzde 95'i, anne babalar tarafından araba koltuğunda taşınıyor. Biz de böyle yapıyoruz. Ama bizim forumda, bebeğini araba koltuğunda sağa sola götüren, bebek arabası kullanan anne babalar şiddetle eleştiriliyor. Neden? Çünkü bebeğin psikolojisinin yerinde olması, yeterli ilgi, sevgi görmesi için, anne karnındaki ortamın canlandırıldığı, bebek giyme en sağlıklısı diyorlar.

Anneme, almayı tasarladığım bebek taşıyıcılarının internetteki linklerini gönderdim. Bir tanesine bakıp, ''aynı tarlada çalışan kadınların, bebeklerini sırtlarına bağlaması gibi'' dedi. Aynen ondan. Şimdi büyük büyük şehirlerde de moda oluyor, özellikle son on yılda çok büyük bir rağbet var bebek taşımaya. Hatta, bebek arabası hiç alınmasın diye kampanyalar bile yürütüyor bazı anneler. Yeni doğmuş bir bebek, anne karnındaki ortamı istiyor sakinleşmek için. Sıkıca sarılı olduğu, annesinin kalp atışlarını, mide bağırsak seslerini duyabileceği, sıcaklığını hissedebileceği bir ortam. Diyorlar ki, mümkün olduğu kadar anne, bebeğini göğsünde, sırtında, belinde bu şimdi anlatacağım bebek taşıyıcı şeylerle taşırsa, o bebeğin psikolojisi daha iyi oluyormuş.

Üç çocuklu arkadaşım Alison'ın tavsiyesiyle Ergo'ya da baktım. Yani kumaşla bebeği sarma işiyle uğraşmanın çok zahmetli olduğunu düşünüyorsanız, bu tür, çat çat geçmeli kordonu olan, modern görünüşlü aletler çok ideal. Böyle ''çat çat geçmeli, kordonlu'' falan diyorum ya, muhtemelen bunu ifade etmenin daha iyi bir yolu vardır Türkçe'de ama ben bilmiyorum. Burada ''buckle up'' dedikleri türde geçmeli işte. Diğer bir tanesi Baby Hawk (BH) denilen bebek taşıyıcı. Bunun da türleri var ama bana Oh Snap denileni tavsiye ettiler, ondan da ısmarladım. Fakat bebek onun içinde minicik kaldı. Meğer bunlar iki, üç yaşındaki çocukları da taşımaya yaradığı için ona göre yapılmış. Şimdilik Oh Snap bir kenarda duracak. O yüzden Ergo'yu ve Neobulle'u kullanıyorum daha çok.

Şimdi bu yazı gereğinden uzun oldu. Hep bebek ağlamalarıyla kesilen ve farklı günlerde yazılmış iki ayrı parça yazıyı birleştirdiğimi söyleyerek okuyucunun affını rica ediyorum. Biraz karışık ve uzun olsa da, içinde yararlı bir iki şey var diye düşündüğümden kısaltmıyorum. Herkese sevgilerimle.

Not: Yukarıdaki resimler soldan sağa, Baby Hawk Oh Snap, Neboulle woven wrap ve Sleepy Wrap