Ben de sonunda, ''o kadar da gizli olmayan bir gizli klübün'' üyesi oluyorum. Daha önce hiç bilmediğiniz bir alana ayak basarsınız ya, hani ayağınızın altından halıyı çekiyorlarmış gibi. ''Ulan ne halt yiyeceğim burada?'' dersiniz. İşte hamilelikle başlayan ve birkaç gün içinde hayırlısıyla ayak basacağım annelik böyle birşey galiba. Geçenlerde Reyhan'ın tespit ettiği ve benimle paylaştığı gibi, bu alanda müthiş bir kadın dayanışması, sevgi alışverişi sözkonusu.
Sayın Başbakan, Washington'a çeşitli gelişlerinde bana sormuştur: ''Ne oldu bebeği büyüttün mü?''. Ben de her seferinde, ''Efendim, bizde bebek yoktu'' demişimdir. O da, ''Aa? Yok muydu yaa?'' diye yanıt vermiştir. Aynı sahne, yıllar içinde birkaç kez tekrarlandı. Taa o zamanlardan bende bir potansiyel olduğunu görmüş olmalı kendisi. Bir dahaki gelişinde denk düşerse artık, ''Evet büyütüyorum'' diyebileceğim. Ama bu kez de, ''Üç taneye tamamla, daha geç olmadan!'' sözlerini duymaktan endişe ediyorum.
Burada geçirdiğim on yılda tanık olduğum kadarıyla, Washingtonlular'ın coşkulu, arkadaşça bir günlük selamı vardır, ama çoğunlukla arkası boştur. ''Gel bir kahve içelim'' dersiniz, bin dereden su getirilir. Kahve içmeye layık olduğunuzu kanıtlamanızı isterler. En başta ne iş yaptığınız önemlidir. Arkasından, arkadaşlarınızın kim olduğu, arkasından nerede oturduğunuz, hangi marka araba kullandığınız vs. gelir. Karşınızdakinin çıkarları çerçevesinde işe yaramayacak birisiyseniz, hemen başınızın üstünden uzaklara bakıldığını farkedersiniz. ''Acaba civarda konuşmaya değecek başka birileri var mı, bu karşımdakinden hemen kurtulmalıyım'' arayışıdır bu.
Şimdi böyle bir ortamda, hayli şişmiş hamile karnımla etrafta dolaşırken, nasıl nasıl nasıl bir sevgi ve ilgi görüyorum anlatamam. Kadın, erkek, çoluk çocuk, tanıdık, tanımadık demeden. Hande'ye de söyledim, iki üç gün içinde doğuracağım da, ondan sonra karnıma yastık bağlayıp dolaşmak istiyorum. Aksi takdirde bu sevgi ve ilgi bitiverecek şak diye. Yirmi metre ötedeki arabaların hemen yol vermesinden tutun da, sevgi dolu gülümsemelere, kolumdan tutup kız mı oğlan mı diye tahmin etmelere, yararlı tavsiyeler vermelere kadar.
Geçen hafta doktorun ofisine grip aşısı olmaya gitmem gerekti, telefon edip aşının geldiğini haber verdiler. Kaplumbağa gibi ağır yürüyorum. Birden yağmur başlamasın mı? Bir baktım, bizim mahallenin bakkalı, Etiyopyalı beş çocuk doğurmuş canım teyzem Teni atladı dükkandan, arabasının kapısını açtı ve ''nereye gidiyorsan götüreyim seni'' dedi. Hani bunlar bizim ülkede sık gördüğümüz şeyler de, ben bu kentte karda kayıp kolunu kıran yaşlı teyzenin yanından hızla kaçıveren, sorumluluk almak istemeyen insanlarla karşılaştığım için, en küçük bir iyilik gördüğümde gözüm yaşla doluyor. Benim Iowalı (Ayovalı diye okunacak) arkadaşım Krissy'ye sorarsanız, Amerika'nın kalbi denilecek orta kesimlerinde durum Washington gibi değilmiş. Washington kendine özgü bir yer. Şöyle örnek vereyim. Birkaç yıl önce Yabancı Basın Merkezi'ne gidiyorduk bir meslektaşımla. Binaya girince, asansörün gelmek üzere olduğunu gördük, bir toplantıya yetişecektik ve daha önceden de tanıdığımız, muhtemelen aynı toplantıya gitmekte olan Japon gazeteci -ki Japonlar da kibarlıklarıyla bilinirler ama Washington insanları değiştirebiliyor-, asansöre atladığı gibi, kapının çabuk kapanması için düğmeye basıverdi. Ben ve arkadaşım ''ay lütfen kapıyı tutar mısınız'' diye bağırdığımız halde. Elimi kapanmadan araya sıkıştırdığım ve açmayı başardığım asansör kapısında, Japon gazeteci halen kapıyı kapat düğmesine üst üste basıyordu. Arkadaşım ve ben, ''we made it!'' (Yetiştik) diye coşkulu bir şekilde gülüşürken, Japon gazeteci suratını asıp başını eğmiş, yere bakıyordu.Hal buyken, alıştığım günlük davranış biçimi buna benzerken, şimdi gördüğüm ilgi ve sevgiden şımarmış durumdayım. O yüzden, karnıma yastık bağlayıp dolaşma hakikaten gerçekçi bir opsiyon olabilir.
Göbekli olmak çok enteresan bir duyguymuş. Mesela ayakkabınızı bağlayamıyorsunuz diyecektim ama ne ayakkabısı? Ayakkabı giymeyeli aylar oldu. Parmaktan geçmeli bir terlik aldım kendime, iki numara büyük! Alırken farketmedim. Onu giydim bütün yaz. Şimdi şimdi, hamileliğin sonuna geldik diye mi nedir bilmiyorum, ayağımın şişi iner gibi oldu da, ne kadar büyük bir terlik aldığımı görüyorum. Pediküre gitmek bir zorunluluk. Bu göbekle, ayaklarıma yetişmemin imkanı yok. Bu hafta düştüm yola, gittim Nam'ın nail salonuna. Nam'dan galiba ilk blog yazımda bahsetmiştim. Bu sefer Nam yoktu. Çat kapı, herzaman yaptığım gibi, randevusuz. Ama gönlüm Tracy'de. Tracy, uzun uzun ayaklarıma, ellerime masaj yapıyor. Oradan çıktığımda yepyeni bir insan oluyorum. Bunu bildiğim için, gözlerim korkuyla Tracy'yi aradı, acaba boş muydu o sırada diye.
Tracy bir köşede oturuyordu. Fakat kader bu ya, Zenni kolumdan tuttu beni ve pedikür koltuklarından birine de doğru yöneltti. İngilizceleri hiçbirinin pek iyi değil. Hepsi Vietnamlı çalışanların. Galiba Amerika'daki bütün pedikürcüler Vietnamlı. Bu işin bir mafyası olmalı. Zenni'ye, ''ben Tracy'yi istiyorum'' dedim. Hamilelikten şımarmışım tabii, bir dediğim iki edilmiyor ya. Zenni, ''bir dahaki sefere önceden telefonla ararsın. Burasının kuralları var. Şimdi ben yapacağım pedikürü sana'' demesin mi! Hayır bir de kolumu tutmuş sıkıyor, neredeyse itiyor beni koltuğa doğru. Kolumu kurtardım ve kararlılıkla tekrarladım, ''ben Tracy'yi istiyorum''. Tracy, kaşlarını korkuyla büzmüş bir bana bir Zenni'ye bakıyor. Dükkandaki üçüncü bir çalışan, Tracy ve Zenni Vietnamca bir kavgaya tutuşuyorlar. Kenara çekiliyorum, bir bardak su dolduruyorum kendime ve kavga yatışıncaya kadar suyumu yudumlayıp bir sandalyede oturuyorum. Lee geliyor ve ''kimi istiyorsun'' diye soruyor. Ben de, ''Tracy'' diyorum. Hatta, ''Tracy olmazsa şimdi buradan gidiyorum'' diye blöf bile yapıyorum. Neyse istediğime ulaşıyorum ve Tracy ile ben baş başayız. Oh oh kremler, dizimden ayaklarıma uzun uzun masaj. Zenni çıldırıyor. Vietnamca bağırıp çağırıyor, içerki odaya gidiyor. Oradan bile duyuyoruz bağırmasını. Tracy ve Lee artık elleriyle ağızlarını kapatıp gülüyorlar bu duruma. Kimbilir ne küfürler yiyorum. Hatta Zenni, çantasını kapıp bir dolaşmaya çıkıyor. Sonra Tracy ve Lee'den, Nam yokken Zenni'nin nasıl kendisini patron ilan ettiğini ve herşeye karıştığını duyuyorum. Bu yüzden iş bile kaybediyorlar. Herkes Tracy'yi istiyor. Her gelen, Tracy'yi soruyor. Doğal olarak. İşini iyi yapmanın bedeli bu. Tracy ayağıma masaj yaparken, artık gözlerimi bile kapatıyorum. Uyudum uyuyacağım. Müthiş rahatlamışım. İçim minnettarlık hissiyle dolmuş. Zenni'nin adını, o yokken sorup öğreniyorum. Sonra Tracy ve Lee'ye diyorum ki, ''adını öğrenmeliyim ki bir dahaki sefere randevu alırsam, Zenni dışında kim olursa olur diye talep edeceğim''. Tracy ve Lee kıkır kıkır gülüyorlar.
Dükkana, Baby Björn denilen, küçük bebekleri göğüste taşımaya yardım eden taşıyıcılarla iki tane anne geliyor. Başka müşteriler de var. Ama bana bakıp, anlayışlı ve sevgi dolu bir şekilde gülümsüyorlar, başlarını eğip selam veriyorlar. İşte tam o sırada, daha önce hiç bir fikrim olmayan bu annelik gizli klübüne artık benim de dahil olduğumu iyiden iyiye kavrıyorum. İyi ki Daniel ile tanıştım ve iyi ki bana çocuk sahibi olma düşüncesini verdi ve iyi ki böyle birşey oluyor. Bunu ben söylüyorum yani siz düşünün. İki sene boyunca Daniel'a, ''herkesin çocuk sahibi olması gerekmiyor. Biz de seyahat ederiz'' benzeri nutuklar atan ve ikna eden ben. Arkadaşlarıyla, ''Çocuk doğurmak banal birşey. Ben böyle birşeyle uğraşamam, uğraşmak istemem'' diyen ben. Dokuz ay boyunca beyin hücreleri yenileniyormuş hamile kadınların demiştim. Valla başka biri oluyormuş insan. Bencillikten sıyrılıyorsunuz.
Geçen haftasonu can dostumun baby showerında da tanık olduğum birşey bu. Bir sürü çoluk çocuk etrafta koşturuyor. Hayatım boyunca böyle şeylerden kaçınmışımdır. Hiç gelemem. Nasıl mutlu mutlu oturdum, çocukları keyifle seyrettim, bana hiç gürültülü falan gelmedi. Yelda çıkınca dayanamayıp sordu, ''sana hayret ettim. Deniz ne zaman patlayacak diye baktım. Ama hiç tepki vermedin. Hiç rahatsız olmuşa benzemiyordun'' dedi. Aynı baby shower'a katılan ve kanepede yanımda oturan Gül'ün de orada söylediği birşey vardı. Küçük kızı kırkıncı kez kanepenin tepesine çıkıp oradan bir salvoyla kendisini Gül'ün başından aşağı atarken çocuğu başarıyla yakalayan Gül, bir yandan da bize ''başka bir boyuta geçiyorsunuz. Çocuk tepenize yapsa da, (ah canım benim ne şeker şeysin sen, dünyada senin kadar güzel birşey olamaz) diye düşünüyorsunuz'' deyiverdi. Bunu benim daha önce anlamama imkan yoktu. Şimdi karnımın içinde dalga dalga oynayan ve varlığını belli eden bu canlıya bakarken, Daniel'ın ''Deniz galiba canlı canlı bir tavşanı yutmuşsun sen, karnının içinde birşey oynuyor'' gibi esprilerini dinlerken, hayatın ne kadar mucizevi birşey olduğuna her an ve her an, yeniden ve yeniden şaşırıp duruyorum.
Kendini sevemeyen, sevgi almadığı için vermesini de bilmeyen insanlar yıkıcı olur diye okumuştum. Kendini ve etrafını sevebilenler ise, bu sevginin sınırlarını genişletme, paylaşma eğiliminde olurmuş. Galiba hamilelerin sokaktaki yabancılardan bile gördüğü ilgi ve sevginin temelinde bu var. Hayatı, hayatın devamlılığını koruma ve kollama güdüsü. Herkese bir sevinç veriyor yeni bir canlının dünyaya gelecek olması. Umut veriyor.
İki günde bir telefon ve e-mail ile ''hala doğurmadın mı yaa'' diye sabırsızlıkla soran dostlarıma duyururum. Hala doğurmadım! Aaaaa...Haber vericez herhalde.
Geçen gün Cihanla konuşmamız beni ağlattı. ''Ne kadar şanslı bir çocuğun var. Senin gibi hep gülen, mutlu bir annesi olacak'' dedi Cihan bana. Son yıllarda daha güzel birşey duyduğumu hatırlamıyorum. Herkese sevgilerimle.