Bu gece bilmem kaçıncı kez ”Brokeback Mountain” filmini seyrediyorum. Tesadüfen televizyonda rastladım ve yine seyretmeden yapamadım. Bir yandan bilgisayarda yazıyorum, tam dikkatimi vermiyorum, yoksa yine burnumu çeke çeke ağlayacağım. En vurucu sahnelerine, yani sonlarına geliyor şu anda. İlk kez sinemada izlemiştim. Washington’un gay mahallesi olarak da bilinen Dupont Circle’da şimdi büyük sinemaların daha popüler olması dolayısıyla iş yapmadığı için kapatılan bir sinemada, bir çok gay ile beraber izlemiştim. Gay, İngilizce’de ”neşeli, keyifli” demektir. Bunun hakkını verecek şekilde, hepsi çok gülüyordu ve yüksek sesle yaptıkları bazı espriler o kadar komikti ki ben de yer yer kahkahadan kırılanlar arasındaydım. Halbuki film, bir çok boyutuyla boğazınızda düğümlenen ciddi bir dram. Belki o kadar güldüğüm için, filmin ağırlığını ilk seyrettiğimde çok iyi kavrayamamıştım. Filmde bana ağır gelen sahnelerden bazıları, Heath Ledger’ın canlandırdığı Ennis Del Mar karakterinin baba-kız ilişkisi üzerinedir.
Bu film gördüğüm en güzel aşk filmlerinden biridir. Müzikleri de olağanüstüdür. İkisi de gay olmadığı halde bu filmde oynama cesaretini gösteren Jake Gyllenhal ve ne yazık ki çok da uzun olmayan bir süre önce hayata gözlerini yummuş olan Heath Ledger, yine naçizane fikrime göre büyük bir oyunculuk başarısı ortaya koymuşlar. Geçenlerde bir dergide, ünlü aktör Matt Damon’ın, ”hayatımdaki en büyük pişmanlıklardan biri Brokeback Mountain filminde oynamam teklif edildiğinde bunu geri çevirmektir” sözlerini okudum. Haklıydı.
Film birkaç yıl önce Amerika’da piyasaya çıktığında, her yerde tartışma konusuydu. Seyretmeli mi seyretmemeli mi? Tereddüt etmedim, muhakkak görmek istedim. Ang Lee’nin çok başarılı bir yönetmen olduğunu da göz önünde tutarak. ”Seyrettiğim en güzel aşk filmlerinden biri” yorumunu sağda solda o kadar tekrarladım ki, tereddütte olan tanıdıklarımdan bazıları da filmi izlemeleri gerektiği düşüncesine kapıldı. Hatta, yalnız başına giderse ve sinema önünde kuyrukta beklerken, -malum Washington çok da büyük bir yer değil-, tanıdık birilerine rastlarsa maazallah gay olduğu yönünde dedikodu çıkmasından endişe eden bazı arkadaşlarıma iyilik olsun diye eşlik bile ettim.
O dönemde sık sık sinema zevkimizi konuştuğumuz ve son gördüğümüz filmleri tartıştığımız, ender bulunan sanat filmlerini değiş tokuş ettiğimiz bir sinemasever arkadaşımla yine bir resepsiyonda karşılaştığımızda, malum konu sinemaya geldi. Bana, son günlerde sinemada hangi filmleri gördüğümü sorunca, doğal olarak, Brokeback Mountain diye yanıtladım ve şiddetle tavsiye etmeyi de ihmal etmedim. Washington çevrelerinin renkli simalarından olan arkadaşım, kulaklarına inanamamıştı. Renkten renge girmiş nereye bakacağını şaşırıyordu. Böyle bir filmi izlemeye tahammülü olmadığını söyleyip uzaklaştı. Şaşırma sırası bana gelmişti. En rafine olduğunu düşündüğüm şahsiyetlerden birinden böyle bir tepki beklemediğim için. Globalleşmenin hayatın her alanında etkisini gösterdiği ve dünyanın çeşit çeşit varoluşlar, zenginlikleri kapsadığı günümüzde, kendimiz gibi olmayana yönelik bu tepki, bana biraz fazla geliyor. Belki bir gün, hep birarada yaşamayı öğreneceğiz, kimse kimsenin ayağına basmadan, saygı sınırlarını aşmadan, yargılamadan.
Benim Brokeback Mountain filmindekiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir hayatımın olması, oradaki aşkı, insani sıkıntıları algılamama engel değil. Her nerede olursak olalım, hangi dili konuşursak konuşalım, hepimizin ortak bir noktası var. İnsan olmak. Maddi, manevi ihtiyaçlarımızda birleşiyoruz. Belki hikayelerimiz çok farklı gelişiyor ama hepimiz yemek yiyoruz, uyuyoruz, seviyoruz, acı çekiyoruz, sıkılıyoruz, nereden gelip nereye gittiğimizi anlamaya çalışıyoruz, ölüyoruz.
Şimdi toptan farklı bir konuya geçiyorum. Bir kitaptan bahsedeceğim. Bu bir ‘’self help” (kendi kendine yardım) kitabı. Amerika’da çok popülerdir. Bir konuda sıkıntılısınızdır, nasıl davranacağınızı bilemiyorsunuzdur, onun çözümüyle ilgili muhakkak bir kitap vardır. Bu da öyle birşey. Psikolog Dr. Harriet Lerner tarafından yazılmış. Adı, ”The Dance of Connection”. Yani insanlar arasında ilişki kurmanın, dans etmek gibi ortak bir faaliyet olduğunu, tıpkı dans gibi karşılıklı hareketlerin birbirini nasıl etkilediğini özetliyor kitabın başlığı. Başlığın hemen altında da şu satırlar var: ”How to talk someone when you’re mad, hurt, scared, frustrated, insulted, betrayed or desperate”. Özetle, ”kızgın, yaralı, korkmuş, hüsrana uğramış, hakarete uğramış, ihanete uğramış veya çaresiz hissettiğinizde birisiyle nasıl konuşursunuz?”. Bu kitabı ben almadım. Muhtemelen kitapçıda görsem, ”ben bunu okuyayım” demezdim. Ama ihtiyacınız olduğunda, kitaplar gelip sizi buluyor. Bu kitap da bana, eskiden çok yakınım olduğunu düşündüğüm bir insana karşı duyduğum hayalkırıklığı ve kızgınlıkla boğuşurken, çok sevgili bir arkadaşım tarafından doğumgünümde hediye edildi.
İlginç olan, olumsuz duygularımızı ifade etmekte en zorlandıklarımızın, en yakınımızda olması. Annemiz, babamız, kardeşimiz, eşimiz, çocuklarımız, en yakın arkadaşlarımız. Çoğunlukla iki tür tepki gösteriyoruz. Ya, ”aman neyse, bu üzerinde durmaya değmez” deyip geçiyoruz ve içimize atıyoruz. Veya, öfkeye kapılıp öyle bir kükrüyoruz ki, ilişkilerimizin devamını bile tehlikeye sokacak kadar ileri gidebiliyoruz.
Sessiz kalmak, çoğu zaman en kolay çözüm gibi geliyor. Yapılan bir haksızlığa doğru zamanda, doğru tonda karşılık verip duygularımızı nasıl etkilediğini karşımızdakine ifade etmezsek, o ilişkideki yakınlığı, sevgiyi, güveni tehlikeye atma riskine girmiş oluyoruz.
Kitapta beni etkileyen bölüm, yazarın, Grace adında yakın bir arkadaşıyla ilişkisi konusunda anlattıkları oldu. Grace, mutsuz bir evlilik sürdürüyor ve yapılan haksızlıkları sürekli sineye çekiyor. Hiç bir tepki göstermiyor. Kadınların çoğu böyle değil mi? ”Kocam çok iyi” diyenlerin acaba yüzde kaçı, bir çok hakarete göz yumuyor? ”İşinde çok yoruluyor, stres altında, yoksa iyi adamdır” diye kendini avutuyor? Yeri gelince kadın ya da erkek, hepimiz odunluk yapıyoruz, birbirimizi kırıcı birşeyler söyleyiveriyoruz, tamam. Ama bize bir şey söylendiğinde sineye çekme, çok tipik bir kadın davranışı. Arkasında yatan nedenleri iyi sorgulamak lazım. Grace de susuyor kocasının akıl almaz saygısızlıklarına, onu bir paspas yerine koymasına karşılık. Ama bu durum karşısında yazar, sessiz kalmakta zorlanıyor. Arkadaşının hayatına saygı göstermesi lazım elbette. Çünkü Grace, hayatında bazı şeyleri değiştirmeye hazır olmayabilir. Bunun, Grace’in içinden gelmesi gerek. Yazarın sorunu, Grace’in durumuna karşı dilini tutup tutmamakla ilgili. Dr. Lerner diyor ki, ”bu durum karşısında susabilirim. Ama o zaman da Grace ile aramızdaki arkadaşlığa mesafe girmesine izin vermiş olacağım. Samimi, özgün sesimi kendime sakladığım zaman feda ettiğim, o ilişkideki yakınlık ve onur olacak. Grace muhtemelen benim bir şey söyleyip söylememe bakmadan, bu konudaki duygularımı zaten hissedecek ve ne düşündüğüm konusunda tahminde bulunmak zorunda kalacak. . Kendimi asla onunkine benzer bir duruma sokmayacak, ondan daha üstün, olgun bir insanmışım gibi bir tonda konuşup Grace’i de aşağı bir yere koyduğumu ima edersem de, onu utandırmış ve suçlamış olacağım. Bu takdirde Grace’e hiçbir yardımım dokunmayacak. Bu, daha derin, daha onurlu bir diyaloğa giden bir yol da değil”.
Yazarın seçtiği davranış biçimi, Grace kendi sıkıntılarıyla ilgili birşeyler anlatırken, sessiz sessiz oturmak yerine, şöyle sözler söylemek: ”Grace, bu anlattığın gerçekten de çok zor bir şey”. ”Aranızdaki durum değişmezse, kendini bundan beş veya on yıl sonra nerede görüyorsun?”, veya ”Marshall’ı terkedersen, kendi ayakları üzerinde durabilen birisi olarak kendini görebiliyor musun?”.
Yaşadıklarınız karşısında büyük bir hayalkırıklığına uğradınız mı? Tanıdığınızı zannettiğiniz birisini, bir yakınınızı, hiç ama hiç tanımadığınızı farkettiniz mi? Yalnız değilsiniz. Çok değerli arkadaşım Tuluğ’un yıllar önce bir arkadaş toplantısında kullandığı benzetmeye gönderme yaparak, şöyle diyeceğim: ”şimdi kafamızda yarattığımız kilden putları kırma ve gerçekleriyle değiştirme zamanı!” Şimdi benim için, kilden putlar yıkıldı. Kral çıplak.